5 Haziran 2013 Çarşamba

Ortalık karışık, Twitter'da timeline'ı alakasız yere meşgul etmeyelim, ama seri başlamadan da tarafımız belli olsun: Söz konusu memleketim olunca kimseyi tanımam, yarın başlayacak Banvit - Galatasaray BBL final serisinde doyduğum değil, doğduğum şehrin takımının tarafındayım.

4 Haziran 2013 Salı

isimsiz yazı

        Tam 50 yıl önce bugün, mavi gözlü dev vatanından uzakta,  Sovyet Rusya topraklarında "vatan hainliğine devam ederken hala", geçirdiği kalp kriziyle hayata gözlerini yumar. Yakın dostu Bedri Rahmi Eyüboğlu, ölüm haberini alır almaz dostunu ve büyük bir halk aydınını kaybetmenin acısıyla bir şiir kaleme alır*. Yıllar sonra Zülfü Livaneli tarafından "Yiğidim Aslanım" adıyla bestelenen bu yapıt kah Ankara'nın Ocak ayı soğuğunda Uğur Mumcu'nun, kah bir başka ocak ayında İstanbul'un göbeğinde bir kaldırımda Hrant Dink'in ardından, ülkenin kaybettiği tüm aydınlık ve güzel insanlar için okunan modern bir ağıt halini alır.

        50 yıl sonrasına geldiğimizde ise tablo şöyle:  Ülkenin güzel insanları uzun bir aradan sonra sesini çıkarıyor ve güzel günler için bir şeyler yapmaya çalışıyor. Fakat kaderleri şimdilik yine aynı; görmezden gelinme, vatan hainliğiyle suçlanma, şiddete uğrama, ve - her ne kadar medya görmezden gelmeye ve göstermemeye devam etse de - bu uğurda canından olma.. Okuduğunuzun çok düzgün ve güzel bir yazı olduğunu söyleyemem, güzel bir niyetle başlamıştım ama sonu saatlerdir gelemedi bir türlü , belki içinden geçtiğimiz karışık günlere de böyle karışık bir yazı daha yakışık oldu.. Ama bu vesileyle, tabi ki "umarım bundan sonraki kaderleri(miz) benzemez" dileğiyle, hem 50. ölüm yıldönümünde romantik komünist Nazım'ı, hem son günlerdeki olaylarda kaybettiğimiz, inatla görmezden gelinen "isimsiz ölüler"imizi bir kez daha bu şarkıyla analım, hem de gündeme dair rengimiz belli olsun istedim.. İyi geceler..




*: Bedri Rahmi'nin yazdığı şiirin orijinal adı "Zindanı Taştan Oyarlar". Tamamını ise buradan okuyabilirsiniz.

16 Mayıs 2013 Perşembe

Bir Futbolseverin Özeleştirisi..

      14 Mayıs 2006.. Şüphesiz ki 21 yıllık hayatımda gördüğüm 11 Galatasaray şampiyonluğundan en heyecanlı, en anlamlı ve en unutulmaz olanının tarihi. Maddi sıkıntılarla, yönetim krizleriyle geçen bir "Aslanlar çekler ödenir hakkınız ödenmez" sezonunun ardından, parasını alamamasına rağmen sesini çıkarmayıp sonuna kadar mücadele eden güzel adamların sonunda hak ettiği şampiyonluğu, hem de asra bedel, unutulmaz bir 16 dakika sonunda aldığı şampiyonluğun tarihi. Daha 15 yaşında olmama rağmen, hayatımda ilk ve son defa kalp krizinden gitme ihtimalimi hissettiğim dakikaların yaşandığı gün.

      Takip eden 2 yılda ise futbolla arama biraz mesafe koyduğum söylenebilir. Gerek 14 Mayıs 2006 benzeri bir heyecanı ikinci defa yaşarsam bu sefer kalbimin dayanamamasından korkmak, gerekse yatılı okula gelmem ve maçları izleme fırsatını pek bulamamamdan dolayı 2 yıl kadar futbolu sadece skor olarak takip etmiştim. (zaten benim için her zaman "Futbol = Galatasaray"dı. Galatasaray maçları dışında sadece Dünya Kupası ve Şampiyonlar Ligi Finali, El Clasico gibi büyük maçları izlerim sadece.). Futbolu neden sevdiğimi hatırlatan ve biraz olsun tekrar izlemeye başlamamı sağlayan milli takım ve Euro 2008'de elde ettiği sürreel başarı öyküsü olmuştu. Fakat kesin dönüşümün, yine 21 yıllık hayatımda izlediğim en başarısız Galatasaray sezonu olan 2010-2011 olduğu söylenebilir. Bunun da sebeplerinden biri bizi bunca sene mutlu eden takımımı en kötü gününde yalnız bırakıp vefasızlık yapmak istememek, biri de o sezonki tüm başarısızlıklara rağmen emektar Ali Sami Yen'e veda edecek olmanın hüznü ve yeni stadın heyecanıydı. ( Hayatımda stadyumda izlediğim ilk Galatasaray maçının da Rijkaard'ın kovulduğu 2-4'lük talihsiz Ankaragücü maçı olduğunu buraya not düşelim. Pek hatırlanası bir maç olmamasına rağmen bileti hala çekmecemde durur.) O seneki kötü gidişata rağmen yeni stat hevesiyle 1.5 yıllık kombine almış, yarım sezonluk çektiğimiz kahrın ödülünü ise sonraki 1 sezonda her anına şahit olduğumuz, benim "yeniden doğuş sezonu" olarak adlandırmak istediğim, 2005-2006'dan sonraki en değerli, ama belki ondan daha coşkulu olan 2011-2012 şampiyonluğu ile almıştık. Tabi bu sırada ruh halim de "bizi hep mutlu eden takımımızı zor gününde yalnız bırakmayalım"dan "ulan bunca zaman cefasını çektik, biraz da sefasını sürelim!"e dönmüş, ve onun heyecanıyla kombinemi 1 sene daha uzatmıştım.

      Bu sezon ise üst üste gelen 2. şampiyonluğa rağmen lig maçlarının geçtiğimiz sezon kadar heyecan vermediğini itiraf etmeliyim. Ama tabi ki sahada sarı-kırmızı olduğu sürece en amaçsız maç bile benim tribünde hop oturup hop kalkmamı, ses tellerimi orada bırakmadan çıkmamamı sağlayabiliyor. Kaldı ki, öncelik olarak Avrupa diyen, şu pisliklerle dolu ligi ise sadece Avrupa'ya gitmemizi sağlayan bir araç olarak gören biri olarak Şampiyonlar Ligi maçları ve başarısı da bana istediğim hazzı verdi. Dolayısıyla şu son haftaya kadar her şey harikaydı. Peki son hafta ne oldu?

      Geçtiğimiz hafta oynanan Fenerbahçe maçı sanırım Galatasaray'dan değil ama zaten daha önce soğuduğum Türk Futbolundan iyice tiksinmemi sağladı. Belki şampiyonluğumuzu da garantilemenin verdiği rahatlıkla ilk defa bir Fenerbahçe maçını bu kadar stressiz izleyebilmek, belki de bu maçta iyice ayyuka çıkan olaylar futbolumuzun içine battığı pisliği daha da geniş bir açıdan inceleme fırsatı verdi. Yooo, kesinlikle "Emre şunu dedi, Sabri ona bunu yaptı, Volkan da ona karşılık böyle davrandı" muhabbetlerine girmeyeceğim. Zira aslına bakarsak, hiçbirimizin birbirimizden bir farkı yok ve eğer bugün bu maç yüzünden birinin hayatını kaybetmesinden bahsediyorsak bunda en başta gerginlik=reyting mentalitesi ile hareket eden yayıncı kuruluş ve basın, hatalarını örtbas etmek için taraftarı kışkırtacak demeçler veren yöneticiler ve özellikle 1980'lerden itibaren halkı apolitikleştirmek için futbolu bilinçli olarak sürekli gündemde tutan politik anlayış olmak üzere, bazen bilerek bazen bilmeden bu oyunlara gelen hepimizin kabahati var. Gözleri tuttuğu takımın renkleri dışında renk görmez olmuş, ortada bir can ve ırkçılık gibi dünyadaki en aşağılık suçlardan biri sözkonusu olmasına rağmen olaya hala "Katil Galatasaray taraftarı vs. Irkçı Fenerbahçe taraftarı" diye bakan, en basit tabirle cahil zihniyetin, sırf kendi renklerinden biri yaptığı için ırkçılığı ve cinayeti meşru göstermeye çalışan düşünce yapısının kabahati var, ve bu düşünce yapısı bu olaylardan ders çıkarmak yerine, çareyi hala ortamı germekte, nefret tohumları atmakta görüyor, belki de işine öyle geliyor.

      Bu noktada şahsi olarak da özeleştiri yapmalıyım. Sezon içinde zaman zaman bu tuzaklara benim de düştüğüm mutlaka olabiliyordur. Belki olayların anlık heyecanıyla fazla tarafsız bakamamanın - neticede taraftarız hepimiz -, belki zaman zaman kapıldığımız "biz bu ülkenin okumuş kesimine mensubuz, bu sorunların çözümünü sağlamak en çok da bizim elimizde" kibrinin gözümüzü kör etmesi buna sebebiyet veriyor. Lakin bu son hafta olan olaylar benim sıradan bir taraftar olarak şapkamı önüme koymamı ve kendimi, içinde bulunduğum toplumu, halkı birleştirmesi gereken sporun nasıl da halkımızı ayrıştırmaya başladığını, bunun birilerinin nasıl da işine geldiğini sorgulamamı sağladı. Evet ben futbolu seviyorum, ama insanların yanyana maç izlediği, maçın heyecanıyla kendi futbolcusuna bağırıp çağırdığı ama sonra sakinleşip "abi sonuçta adam elinden geleni yapıyor, ama yeteneği bu kadar işte" dediği, Galatasaray yendikten sonra Fenerbahçeli arkadaşlarıma şaka yollu takılıp biraz kızdırabildiğim, tabi biz yenildiysek onların da bana takılabildiği, diğer taraftan efendi bir şekilde tebrik etmeyi de bildiğimiz, her şeye rağmen bunun bir spor ve eğlence olduğunu unutmadığımız futbolu seviyorum, insanların sırf üzerinde rakip takımın forması var diye birbirine saldırdığı, cinayet işlediği, normal zamanda barış timsali gibi davranan insanların söz konusu rakip futbolcu olunca her tür kötü eylemi, ırkçılığı bile meşru gördüğü futbolu değil.. Kulüplerin başında, nüfuzunu iş hayatındaki ilişkileri için merdiven olarak kullanan, iktidarını kaybetmemek için taraftarı yanlış yönlendirmekte, hatta kışkırtmakta beis görmeyen kulüp yöneticilerini değil, gerçekten sporun ruhunu kavramış, insanlığını kaybetmemiş yöneticileri görmek istiyorum. Futbolu halkı uyutmak ve dünya meselelerini sorgulamayan bir toplum yaratmak için kullanan, ülkenin bir yanında kan gövdeyi götürürken, diğer yanının her şeyden bihaber derbi tartışması yapmasını ellerini ovuşturarak izleyen politikacılar tarafından yönetilmemek istiyorum. Maçlar sırf daha çok decoder satabilmek için insanların ölümüne göz yuman, hatta buna sebebiyet veren bir yayıncı kuruluş tarafından yayınlanmasın; varsın marka değeri(!) daha düşük, ama daha temiz bir ligimiz olsun istiyorum. İnsanlarımız karşısındakinin de kendisi gibi insan olduğunu unutmasın, aralarındaki tek farkın çocukken sarının yanına koydukları kırmızı veya lacivertten ibaret olduğunu unutmasın istiyorum. Söyleyin gerçekten çok mu şey istiyorum?

      Gelecek sene kombinemi yeniler miyim? Şu an gerçekten bilmiyorum, belki son olaylardan sonra canım istemeyecek ve 2006'dan sonra yaptığım gibi bir süre (ama bu sefer daha tatsız bir sebepten ötürü) ara vereceğim, belki ben ara vermesem de maddi imkanlar almama izin vermeyecek. Ama gördüğünüz gibi son günlerde şapkamı önüme koydum ve kendime "Nereye gidiyoruz? Benim taraftar olarak bunda payım ne?" sorularını soruyorum. Umarım iş işten daha da geçmeden ülke olarak da şapkamızı önümüze koymayı başarabiliriz.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

- Çocukken Erdek Amfi Tiyatro'da gittiğimiz konserler, her sene düzenli olarak Haluk Levent'in gelmesi, zaman zaman kaçak girmeyi başarıp atomu parçalamış gibi mutlu olmamız, orada izlediğimiz çocuk filmleri ( tabi ki ilk ve en unutulmazı olarak 5 yaşında gözlerimi dolduran "The Lion King") ve mutlaka tepeden Erdek'i gören muazzam manzarasıyla her konser, film veya oyundan sonra 3 gün hasta yatıran sert rüzgarı..

- Şimdi orayı da yıkıp otopark yaptılar iyi mi!

30 Nisan 2013 Salı

EBY



"Düşünüyorum da aşk sözcüğünü de biraz eksik buluyorum şu senlen ben aramızdaki ilişkiye. Daha büyük, daha sağlam bu bizimki. Aşk onun içinde sadece bir kısım galiba. Ötesinde aşkla birlikte, ama yer yer, zaman zaman onu aşan başka duygular, başka esriklikler, başka baş dönmeleri de var bizde. Seni seviyorum, ve senin için her şeyim. Beni seviyorsun, ve benim için her şeysin. Bir insan için şu kısa hayatta daha önemli ne olabilir ki."



Cemal Süreya Zuhal'ine yazmış, bense okurken seni düşündüm..

24 Nisan 2013 Çarşamba

Bir 23 Nisan Anısı..

        Sene 2002, ilkokul 5. sınıfta okuyan ve gerek başarılı ders notları gerekse büyüklerine saygılı kişiliğiyle öğretmenleri tarafından sevilen bir öğrenciyim. Nisan ayının başları, ilkokul sınıf öğretmenim yanıma geliyor. Bildiğiniz gibi her sene 23 Nisan'da bir kişi devlet yöneticilerinden birinin koltuğuna oturur, Bandırma'da en üst düzey devlet görevlisi kaymakam, ve o sene de kaymakamın koltuğuna oturacak öğrenci bizim okuldan seçilecekmiş. Her sene 5. ve 8. sınıflardan birer kız ve birer erkek olmak üzere toplam 4 kişi seçiliyor ve bu 4 kişi 23 Nisan'da kaymakamın huzuruna çıkıyormuş, kaymakamın seçtiği bir kişi de o gün kaymakamın koltuğuna oturuyormuş. İlkokul öğretmenim 5. sınıflardan da erkek olarak benim seçildiğimi söyledi ve ekledi "Kaymakam küçük çocukları çok seviyor, o yüzden de genellikle 5. sınıf ve erkek olan öğrenciyi seçiyor, ona göre kendini hazırla." Tabi benim nasıl heyecanlı olduğumu tahmin edebiliyorsunuzdur. Henüz 11 yaşındayım ve 23 Nisan'da kaymakam olma ihtimalim var. Aynanın karşısına geçip günlerce hazırlandım, kaymakam bana ne sorular sorabilir, bunlara ne cevap veririm, ben kaymakam koltuğuna oturunca ne yapmalıyım, her ihtimale karşı hazırlanıyorum, çünkü öğretmenimin dediğine göre kaymakam o gün kesinlikle beni seçecek.

        Ve nihayet 23 Nisan günü geldi çattı. Sabah 9'da buluşup okul müdürümüz ve 4 öğrenci kaymakamın huzuruna çıkacağız ama ben erkenden uyanmışım son bir tekrar yapıyorum: "Kaymakamımızın adı İsmail Gürsoy, kaymakam İçişleri Bakanı tarafından atanır, İçişleri Bakanımız Rüştü Kazım Yücelen ..."  Saat 9 oldu ve nihayet okul müdürü ve 4 öğrenci ile kaymakamın huzurundayız, aynı zamanda Bandırma'nın tek yerel kanalı olan MARMARA TV de orada, yani kaymakam koltuğuna oturuşumu bütün Bandırma izleyecek..

        Öncelikle kaymakam tek tek isimlerimizi soruyor, kendimizi tanıtıyoruz; Sonra kendisine bir sorumuz olup olmadığını soruyor ve günlerce hazırlandığım sorulardan birini soruyorum, yanlış hatırlamıyorsam Marmara Denizi ve Bandırma Körfezi'ndeki kirlilikle ilgili bir soru, ama tüm bunlar olurken kalbim nasıl atıyor  anlatamam. Sonunda heyecanla beklediğim an geliyor ve kaymakam o cümleyi kuruyor: "Evet çocuklar, şimdi aranızdan birini seçeceğim ve o bugünkü kaymakamımız olacak, hanginiz olmak istiyor bakalım?" Tabi dördümüzden de ses çıkmıyor, herkes "istemem, yan cebime koy" havalarında. Kaymakam tam aramızdan birini (çok büyük ihtimalle de beni) seçmek üzereyken okul müdürümüz lafa giriyor ve 8. sınıflardaki çocuğa dönüp, "Mehmet*, sen geçmek ister misin?" diyerek bütün hayallerimi yıkıyor. O andan sonrası benim için kocaman bir karanlık.. Kaymakam koltuğuna oturmuş herkese direktifler veren, İlçe Milli Eğitim Müdürü'nü arayıp okulların durumunu soran bir Mehmet ve günlerdir kurduğu hayalleri yıkılmış, Mehmet'in karşısındaki koltukta büzüşüp oturmakta olan ben..

        Akşam heyecandan doğru düzgün hatırlamadığım anları ve hayallerimin yıkılışını MARMARA TV Haber Bülteni'nde izliyorum, fakat olayın üzüntüsünü atlatmışım bile, gülümsüyorum izlerken. Çocukluk neticede, üzüntüler de sevinçler de kısa süreli oluyor, üstelik koltuğuna oturamasam da, o yaşta kaymakamın huzuruna çıkmışım, daha ne olsun ki! Günün bir diğer tesellisi ise kaymakamın hepimize hediye ettiği şık bir dolma kalem oluyor, her baktığımda bana o günü hatırlatan ve yüzümü güldüren siyah bir kalem..


*: Hatırlayamadığım için Mehmet yazdım, ama çocuğun adı başka bir şeydi. Okul müdürümüzün adı da Selahattin Olcay'dı ve kendisini hiç sevmezdim.

22 Mart 2013 Cuma

O Sırada Bir Yerlerde...




      Türk Halk Müziği'nin büyük ustalarından Ruhi Su, bir diğer büyük usta Aşık Veysel'i ziyarete gitmiş, iki usta uzun zamandır görüşemeyen iki eski dost gibi derin ve sıcak bir sohbete dalmışlardır...

7 Mart 2013 Perşembe

Bu iş çok zor..

     Şarkının hikayesi hakkında çok fazla rivayet var ama en bilineni şöyle: Yonca Bülent Ortaçgil'in baldızıdır ve yurtdışında, gelişmiş ülkelerden birinde yaşamaktadır. Bir süreliğine Türkiye'ye dönen Yonca uzun yıllar yurtdışında yaşadığı ve oraların düzenine alıştığı için Türkiye'deki hayatın zorluğuna ve insanların düşünce yapısına tekrar ayak uydurmakta zorlanır ve bir gün eniştesine şu soruyu sorar: "Bu ülkede yaşamayı nasıl başarıyorsunuz?" Bunun üzerine Ortaçgil kalemi kağıdı eline alır ve onu neden modern çağın ozanlarından biri olarak gördüğümüzü bir kere daha hatırlatan bir şarkı ile anlatır baldızına bu ülkede yaşamanın ne kadar zor olduğunu. "Bu iş zor Yonca" der. Çünkü bu ülkede insanlar yıllar boyunca hiç soru sormadan durur, çünkü bu ülkede hep en çok bağıran en doğru söylüyor sayılır, çünkü biz umursamadığımız için bu ülkede birinin eli herkesin cebindedir. Biz sesimizi çıkarmadığımız için biri gelir sofrada yiyeceğimiz ekmeğe, doğuracağımız çocuğun sayısına bile karışır. Ve bu yüzden bu ülkede yaşamak hep zordur, bu yüzden bu ülkede doğup büyümüş olmamıza rağmen bazen bizi bile kendisine yabancılaştırır. Aslında baldızına anlatmak isterken ülkedeki bütün dört yapraklı yoncalara anlatmış Usta..




Not: Şarkı Ortaçgil tribute albümünde Yaşar tarafından da yorumlanmıştır. Bu videodaki Ortaçgil'in orijinal yorumu olmasına rağmen videoyu ekleyen arkadaş başlıkta yanlışlıkla Yaşar yazdığı için öyle gözüküyor.

1 Mart 2013 Cuma

GELİYOOOR GELİYOOOR GELİYOOOR TEMİZLİK GELİYOOR, TEMİZLİİİK GELİNCEEE ERDEK'İN YÜZÜ GÜLÜYOOOR!! (Carnival De Paris melodisiyle söylenecek)

      Gece gece bilinçaltımın hangi köşesinden fırlayıp dilime dolandığı belli olmayan bir şarkı.. Evet bir dönem benim memleketimde mahalleye çöp arabası geldiğini bu müzikten anlardık. Zaten böyle müzikle gezen bir Aygaz arabası, bir su markalarının arabaları bir de Erdek Belediyesi'nin çöp arabası vardı. Sonra o uygulama kalktı, ama bugün hala Carnival De Paris'i duyunca aklıma 1998 Dünya Kupası değil de Erdek ve kesif bir çöp kokusu geliyorsa bunun tek sebebi Erdek Belediyesi'nin bu saçma buluşudur.



16 Şubat 2013 Cumartesi

Babalar ve Oğulları

        Bugün tam eczaneden çıkıp İstanbul'a dönmek için feribota gitmek üzereydim ki, babam "Keşke 1 gün daha kalsaydın, akşamki Galatasaray maçını birlikte seyrederdik." dedi. O an sırf babamın isteğini karşılıksız bırakmamak, baba-oğul birlikte bir maç daha seyredip, fazladan bir akşam daha geçirmek, belki karşılıklı birkaç kadeh bir şeyler içmek için kalmayı nasıl istedim, anlatamam.

17 Ocak 2013 Perşembe

olmayan kelimeler - 3

      Size de oluyor mu bilmiyorum, ama benim çok sık başıma geliyor. Mesela akşam koltukta uyuklamaktasınızdır ve o kadar yorgunsunuzdur ki bir an önce yatağınıza geçip uyumak istersiniz. Üstelik üzerinizde de pijamalarınız var, dolayısıyla koltuktan yatağınıza geçip uykuya dalmanız saniyelik bir olay. Gelgelelim bu saniyelik olayı gerçekleştirmenizi engelleyen bir ritüel vardır, her gece gerçekleştirmeden yatağa giremediğiniz bir ritüel. Evet doğru tahmin ettiniz; Dişlerinizi fırçalamak. Ve siz o kadar yorgun, o kadar üşenmektesinizdir ki dişlerinizi fırçalayacak mecali bulamadığınız için yatağınıza giremezsiniz, ve saatlerce o rahatsız koltukta sürünürsünüz.

      Hikayenin sonu nasıl mı biter? Ya saatlerce çürümenin sonunda "ehh eytere beyaa!!" diye isyan eder ve son gücünüzü toplayıp kalkar ve dişlerinizi fırçalarsınız, eğer bunu başaramazsanız sabaha kadar o koltukta uyuyup sabah bir de yorgunluğun üstüne eklenen sırt ağrısıyla güne başlarsınız. Nasıl? Size de tanıdık geldi mi hikaye? Öyleyse bu uyku öncesi ritüeller tamamlanamadığı için koltukta sürünme eyleminin ya da sürecinin de mutlaka bir adı olmalı..