kurupilav etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kurupilav etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ağustos 2018 Pazartesi

Zihnimdeki Dizeler - 1

Hayatımızdaki tüm yeni ve güzel başlangıçlara...

        Bundan birkaç sene önce bir bayram tatili zamanı Erdek sahilinde denize karşı biramı yudumlarken aşağıdaki birkaç satırı kaleme almış ve sonrasında da sosyal medya hesabımda güzel bir anlık deniz manzarası fotoğrafı ile paylaşmıştım:


"Bazen bir şiirin bir ya da birkaç dizesi aklıma takılır, birkaç gün kendi kendime onu mırıldanır dururum. Bu aralar ise gerek Sivas katliamının yıldönümü olmasından gerekse yaşadığımız katliam dolu gündemden olsa gerek, Behçet Aysan'ın şu dizeleri aklımda yankılanmakta: "Yok başka bir cehennem, yaşıyoruz işte..." Sonra kafamı kaldırıp karşıya doğru bakıyorum, insanların "burası cennet gibi" yorumları arasında Şeyh Bedreddin'in ünlü sözü aklımda çağrışımlar yapıyor: "Cennet de bu dünyada cehennem de". Herkese iyi bayramlar.🎀💝"


        Son günlerde, (Eylül'le beraber yeni bir iş ve yeni bir döneme başlamamın öncesindeki) durgun geçen son yaz günleri, aklımızın bir köşesinin ve gözümüzün bir ucunun sürekli onda olduğu ekonomik ve siyasi ahvalimiz derken içimdeki yaramaz çocuk beni yeniden blogda bir şeyler yazmak için dürtmeye başladı. Yeniden başlamaya karar vermekle birlikte uzun zaman sonra nereden başlayacağımı bilemeyince de yukarıdaki paylaşımdan ilham alarak zaman zaman aklıma takılan bu şiir veya dizeleri paylaşacağım bir kısım oluşturmaya karar verdim. Bundan sonra ara ara aklıma takılan şiir veya dizeleri bazen birkaç cümlelik ufak bir yorum ile (bu dizelerin aklıma takılmasına sebep olmuş olabilecek kişisel veya toplumsal olay vb.) paylaşacağım; bazense paylaşım sadece dizelerden ibaret olacak, yorumlama ve arkasını doldurma kısmı okuruna kalacak. 

        Buna göre ilk dizeler de beni tanıyorsanız tahmin edebileceğiniz gibi Cemal Süreya'dan gelecek. Önceki gün uzun zaman sonra yeniden elime aldığım "Sevda Sözleri"ni okurken aşağıdaki iki dize aklıma mıhlandı ve o zamandan beri orada duruyor. Siyasi krizlerin ekonomik krizlerle birleşip toplumsal krizleri tetiklediği, rant için doğanın gözyaşına bile bakılmadan katledildiği bir konjonktürde, ülkeden kaçan dostlar ve belki bir gün bizim de istemeye istemeye kaçmak zorunda kalacağımız endişesi bu dizeleri benim için çok etkileyici kıldı. 


"Ülkemin ırmakları dışarı akar
Neden bilmem can havliyle akar"


        Bununla başlayalım, gerisi de yeni ilhamlar ve yeni güzelliklerle gelsin...

2 Aralık 2017 Cumartesi

Yahya Kemal Beyatlı*

"Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik..."


İstanbul’a gidecek olan Yahya Kemal Ekspresi hareket etmek üzeredir. Yolcularımızın yerlerine geçmesi rica olunur.”  Bir dergi aldım ve trene geçtim. Dergide gözüme çarpan ilk şey “2008 Yahya Kemal Yılı” başlıklı haber oldu. Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, büyük şairin ölümünün 50. Yılı münasebetiyle 2008’in Yahya Kemal Yılı olarak kutlanacağını ilan etmişti.

Tren hareket etmişti. Nihayet İstanbul’a dönüyordum. “Ankara’nın en güzel yanı İstanbul’a geri dönüşüdür.” diyen üstadın adı Ankara’dan İstanbul’a giden trene verilmişti. Tren gardan ayrılırken, ben de Yahya Kemal’i düşünmeye başladım.

2 Aralık 1884’te Üsküp Belediye Başkanı İbrahim Naci Bey’in oğlu olarak dünyaya gelen Yahya Kemal’in asıl adı Ahmed Agâh idi. Çocukluğu şiirlerinde de bahsettiği Üsküp’teki Rakofça çiftliğinde geçen şair, ilköğrenimini Mekteb-i Edeb’de tamamladıktan sonra Üsküp İdadisi’ne gitti. Burada okurken aynı zamanda Arapça ve Farsça dersleri alan şairin bu dilleri tam olarak öğrenmesi ise Fransa günlerine rastlar. 1902’de İstanbul’a gelerek Vefa Lisesi’ne giren şair 1903 yılında Jön Türklere katılıp Abdülhamid’e muhalefet ettiği için Fransa’ya kaçmak zorunda kalır. 1904’te Siyasal Bilgiler Yüksek Okulu’na giren ve 1912’de İstanbul’a dönen şair, 1913’ten itibaren Darüşşafaka’da tarih ve edebiyat, Medreset’ül Vaizin’de uygarlık tarihi dersleri vermeye başlamıştır. Bu döneme kadar kendisini Batı kültürüne hayran biri olarak görürken bu dönemden itibaren İstanbul aşığı ve Müslüman yanının ön plana çıktığını görüyoruz.

1918’de çıkardığı “Dergah” adlı dergiyle taklitten öteye geçerek, batılı anlamda bir Türk şiirini kurduğunu görüyoruz. Bu dergide “Gazel” türünü günlük bir dil ve batılı bir tarzla yaratan şair, Türk şiirinde kaybolan üslup kaygısını tekrar ortaya çıkaran isim oldu. Bu dönemde “İleri”, “Tevhid-i Efkar” ve “Hakimiyet-i Milliye” gibi gazetelerde milli mücadele yanlısı yazılar yazan Yahya Kemal, 1922’de Lozan’a giden heyette yer aldı. 1923’te Urfa milletvekili olan şair, 1926’da Varşova, 1929’da Madrid ortaelçiliklerinde bulunduktan sonra, 1935’te Tekirdağ ve 1943-1946 arasında İstanbul milletvekilliği yaptı. 1948’de Pakistan büyükelçiliğine atanan şair, 1949’da emekli olduktan sonra İstanbul’a döndü. Bir süre Akşam ve Cumhuriyet gibi gazetelerde yazılarına devam eden Beyatlı, 1958 yılında hayata veda etti.

Düz yazı ve şiirleriyle o dönem batıyı taklit ile doğuya itaat arasında kalan Türk şiirine özünden kopmadan, eski şiire modern bir ruh katarak yeni bir tarz yaratılabileceğini gösteren Yahya Kemal, bu yönüyle modern Türk şiirinin atası kabul edilir. Çağdaşı olan Ahmet Hamdi Tanpınar, onun için “Türkçe hakiki bir şaire muhtaçtı. Yahya Kemal işte böyle bir zamanda geldi. Ve bu gelişle şiirimizin havası baştan başa değişti.” demiştir.

Fransa’ya gitmeden önce ve Fransa’dayken batı hayranı yönü ön plana çıkan şairin, hayatının dönüm noktası İstanbul’a döndükten sonra Ziya Gökalp ile tanışması olmuştur. Bu dönemden sonra Şavkar Altınel’in deyişiyle “hiçbir zaman adi bir milliyetçiliğe düşmeden, bize belli özellikleri olan bir ulusun üyeleri olduğumuzu hatırlatan” şairin hayatını ve yazılarını etkileyen bir diğer olay da Süleymaniye’deki “O” bayram sabahı olsa gerek… “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiirinde Osmanlı Tarihi ve İslam ögelerini çok iyi işleyen şair, hayatı boyunca bir ayağı Osmanlı, bir ayağı modern Türk şiirinde olarak yaşamıştır.

Sokak diline hakim olan ve bu dile yeni anlamlar yükleyerek yazan üstat, Türk dili için de “Bir sedefin içinde okyanusun bütün uğultusu hissedildiği gibi, Türkçeyi ifade etmeyi der-uhte eden sanatkârın kalbinde de bütün şiirimiz öyle uğuldamalıdır.” yorumunu yapmıştır. Yine Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, hakkında “Hiçbirimiz Türkçeyi onun kadar sevmedik.” dediği şair, aynı zamanda Hayyam rubailerini Türkçeye çeviren ilk yazardır. Rubaileri Türkçeye çevirirken “Hayyam Türk olsaydı bu rubaileri nasıl söylerdi?” diye düşündüğünü Beyatlı, şu rubaisi ile açıklar:

Hayyâm’ı alıp tercüme et derlerse
Öğrenmek içün tâlib isen bir derse
Derdim ki rubâîsini nazmetmelisin
Hayyâm onu Türkî’de nasıl söylerse

Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk tarafından da “İstanbul’un en etkili ve en büyük şairi” olarak nitelenen Yahya Kemal’in şiirlerinden bazıları birçok müzisyen tarafından bestelenmiştir. Bununla birlikte, mükemmeliyetçiliğinden dolayı eserlerini hiçbir zaman kitaplaştırmayan üstadın eserleri, ölümünden sonra Nihad Sami Banarlı başkanlığında kurulan “Yahya Kemal Enstitüsü” tarafından toplanarak 12 kitap halinde yayınlanmıştır.

Yazımın sonuna gelirken, kendisinin hazırcevaplılığını gösteren birkaç anekdotunu da anlatmadan geçemeyeceğim:

Yeni neslin meşhur şair ve ressamı Yahya Kemal’e sorar:
-          Ne dersin üstad? Resim mi yapayım şiir mi yazayım?
-          Resim yap, resim!
-          Fakat siz benim tablolarımı hiç görmediniz ki?
-          Evet, ama şiirlerini gördüm.

***

Yahya Kemal’e yetiştirdiler:
-          Dün gençlerden biri sizin şiirlerinizi okudu!
-          Okusun!
-          Fakat okurken şiirlerinizi mahvetti!
Üstat gayet sakin:
-          Çok iyi etmiş.
-          Sahi mi söylüyorsunuz?
-          Evet, o şiirler beni zaten mahvetmişti, gençler de onları mahvetmek sureti ile benim intikamımı almış oluyorlar.

***

Beyoğlu’nun dik yokuşlarından birini tırmanırken tıkanan üstat, bir bakkalın önündeki sandalyeye oturur. Onu müşteri sanan bakkal “Bir şey mi alacaktınız?” diye sorar. Yahya Kemal:

-Sadece biraz hava alacaktım. 


*: 2008 yılında Yahya Kemal'in 50. ölüm yıldönümü ve Yahya Kemal Yılı olması sebebiyle lise dergimiz MARTI'ya yazdığım yazı. Şairin doğum günü olması dolayısıyla yakın zamanda bilgisayarımda bulduğum bu yazıyı blogumda da saklamak istedim. 

28 Mart 2017 Salı

Bekle Bizi İstanbul…




Albümün çıkış yılına bakılırsa 3 yaşındaymışım Edip Akbayram bu şarkıyı ilk söylediği zamanlar. Klibi çıktığında da en fazla 4-5 yaşındayımdır. Daha fazla da olamam zaten. Bandırma ile İstanbul arasını 5 saatte alan balkon sefalı vapurlar yerini hızlı, konforlu ama ruhsuz feribotlara bırakmamıştı henüz. Annem hala anlatır, o yolculuklardan birinde 5 saat boyunca bu şarkıyı söylemişim. Hala anlatır o yaşta bu şarkıyı nereden öğrenip de söylediğime anlam veremeden şaşkınlıkla izlediklerini.

Taşrada doğup büyüyen biri için İstanbul her zaman daha gizemli ve merak uyandırıcı bir güzellikte gözükür. Aynı şehre karşı şu an yaşadığım hisleri düşünürsek zamanla “dışı seni içi beni yakar” ruh haline bürünmüşüm İstanbul’a karşı belli ki. Tabi o zaman sadece o an İstanbul’a gelmekte olduğumuz ve şarkının melodisi hoşuma gittiği için mırıldandığım şarkının anlattıklarını anlamam için belki o anki yaşımın iki katı kadar daha yaşamam gerekti. Hatta sonrasında Vedat Türkali’nin bu şarkıya güfte olan şiirini de öğrendiğimde, özellikle şarkıda geçmeyen şu 3 dize beni en çok etkileyen kısmı olmuştu:

"Ve uzaklardan 

Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde 
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul"


O zamanlar İstanbul’u uzaktan büyülenerek izleyen çocuk gitmiş, İstanbul’da yaşamaya başlayan ama bir yandan kendini bu büyük şehirde çok yalnız hisseden çocuk gelmişti. Ergenliğin verdiği isyankâr ve sola yatan bir gemi misali muhalif ruh hali, Kadıköy sokakları, lisede girilen arkadaş ortamları derken bu şarkının anlattıkları da bambaşka şeyler olmaya başladı.

Bugünse hem hayata hem İstanbul’a karşı düşünceleri, bakışı, duyguları bambaşka bir yetişkin adayıyım sanırım yine. Belki başkaları yetişkin demeyi tercih eder, ama ben 5 yıl sonra bu sefer aynı şeyleri bambaşka şekillerde yorumlayacağımdan, aynı şarkıları dinlemenin farklı hisler uyandıracağından emin olduğumdan “tamam ben yetiştim, yetişkin oldum” demekten imtina ediyorum.

Önceki akşam Youtube’un önerdiği bir şarkıdan önce 5 yaşındaki halime, sonra Kadıköy sokaklarındaki ergenliğime uğrayıp en son 26 yaşında beyaz yakalı halimde son bulan bir yolculuğa çıkıverdim ve aylar sonra bir şeyler yazmak istedim. Böyle güzel sanat eserlerinin bir güzel özelliği de bu değil midir zaten; hissettirdikleri ve düşündürdükleri farklı olsa da her seferinde insanın kalbinde bir yerlere dokunmayı başarması…

O zaman bir kere de çocukluk ve gençlik günlerinin hatırına ve büyük usta Edip Akbayram ve Vedat Türkali’ye ve haramilerin elindeki İstanbul şehrinin hala güzel kalmayı başarabilmiş az sayıdaki yanlarına selam niyetine dinleyelim bu güzel eseri.

29 Ekim 2015 Perşembe

Tarçın'ın Hayatını Yaşamak

Erdek'in en cool köpeğinin izniyle...

        Gelin size bugün bir köpekten - ama sıradan bir köpekten değil, Tarçın'dan - bahsedeyim.

        Eminim aranızda bilenler vardır, bizim yazlığımızın olduğu yer Erdek’in ufak bir koyu, adı Kurbağalı. İsmini girişindeki ufak ve İstanbul’daki adaşının aksine kurbağa seslerinin gerçekten eksik olmadığı Kurbağalıdere’den almakta. Bir tarafı Erdek’in de bitişi (yahut başlangıcı) kabul edilebilecek yüksekçe bir tepe ile sınırlanan bu koyun diğer tarafı şehir merkezine kadar uzamasına rağmen halk arasında asıl Kurbağalı olarak anılan kısım dere ile son bulmakta. Bu bölgede tepenin dibinden başlayıp derenin denize açıldığı yerde son bulan yaklaşık 300-350 metre genişliğinde bir yürüyüş yolu ve plaj, bu yürüyüş yolunun bir arka paralelinde arabaların kullandığı gidiş ve iki arka paralelinde ise dönüş yolu var. Bu üç yolun arasında kalan kısımlarda ise yazlık siteler veya müstakil villalar. Sanırım görmediyseniz bile kafanızda az çok bir şeyler canlanmıştır.

        Bunlara ilave olarak Kurbağalı hakkında şunu da söyleyebilirim ki, evinizin ya da balkonunuzun kapısını açık bırakıp dışarı çıkarak saatlerce evinize uğramasanız, dönüp de geldiğinizde evinize giren tek canlının sinek ya da kelebek (bilemediniz kurbağa) olduğunu görürsünüz, ki bu da semtin nasıl güvenli olduğu hakkında bir fikir verir diye düşünüyorum.

        Bu 350 metrelik sahil boyunun hemen hemen ortalarında kalan kısmında –ki bizim evle arasında yalnız bir apartman var- ufak bir müstakil ev bulunmakta, bahçeli. Bu evin sahiplerinin de Tarçın adında bir köpeği.

        Tarçın, vücudunun bazı bölgelerindeki tüyler yer yer siyaha ve hatta sarıya çalsa da, adının da belli ettiği üzere genel anlamda kahverengi bir köpek. Bastıbacak denebilecek kadar yere yakın, sosise benzetilebilecek kadar uzun. Aynı zamanda, nadiren havladığını duysak bile, genel olarak uysal bir köpek. Eminim kendisi dile gelse ve konuşma şansı yakalasak onun da kendince dertleri vardır, ama dışarıdan bakıldığında mutlu duruyor, en azından iç huzuruna sahip olduğunu düşündüren bir mizacı var. Diğer taraftan gerek sürekli toplantıya yetişmesi gerekiyormuş edasıyla hızlı hızlı – ama koşmadan- yürüyüşü (ki anatomik yapısı da bunun bir sebebi olabilir) , gerek mahalledeki diğer kedi-köpekle pek fazla iletişime girmemesi çevreye onun cool bir köpek olduğu imajı yayıyor.

        Bahsettiğim gibi Tarçın güvenli bir muhitte müstakil ev sahibi bir aileye sahip ve bu lüksün de keyfini sonuna kadar çıkarmakta. Yaşam alanı yalnızca evinin bahçesiyle sınırlı olmayan Tarçın’a günün herhangi bir anında evlerine 50 metre mesafedeki bakkalın önünde bir ağacın altındaki toprağı karıştırırken, arka yoldaki çocuk parkında dolaşırken veyahut da evlerinin önündeki kumsalda diğer köpeklerle koklaşırken rastlamanız mümkün. Bu dolaşmayı seven tarzıyla da Kurbağalı’daki herkesin kendisini tanımasını sağlayan Tarçın, bir ailenin köpeği olmaktan çok bütün mahallenin köpeğiymiş muamelesi görüyor. Mahalledekilerin ona olan ilgisini, sevmelerini ve seslenmelerini zaman zaman karşılıksız bırakmayan bu kahverengi köpek, genelde ise “Tarçın!” diye seslendiğinizde dönüp bir bakıyor, sahibi olmadığınızı gördüğünde ise kafasını tekrar önüne çevirerek hızlı ve cool yürüyüşüne devam ediyor, ki evlerinin önünde zaman zaman denk geldiğim kadarıyla sahibiyle de pek yüz göz olmayı sevmeyen bir tarza sahip, dedim ya cool köpek bizim Tarçın. Bu yazıyı bir de fotoğrafı ile süslemek isterdim, ama bu hızlı hızlı hareket edişi ve onu gördüğüm an telefonumu çıkarana kadar ortadan kayboluyor olması güzel bir fotoğrafını çekmeme daima engel oldu. Belki daha sonra ekleme şansı yakalarım.

        Şimdi bu Tarçın’ı size 5 paragraf boyunca neden anlattığıma gelirsek; (aslında bir sebebi de olmasına gerek yok ya, her gün görüp gözlemleme şansı yakaladığın ama pek samimi olmadığın sıradan bir insanı anlatmak kadar doğal olmalı her gün mahallende gördüğün bir köpeği anlatmak) hani zaman zaman çeşitli anket veya röportajlarda “Eğer insan dışında bir canlı olma şansınız olsaydı, ne olmak isterdiniz?” tarzı sorulara denk geliriz ve o sırada hangi canlı olmanın daha güzel ve rahat olacağını düşünürüz ya, işte ben bu soruya cevap olarak genel bir canlı türü söylemektense direkt Tarçın’ın adını vermeyi istiyorum. (Tek başına Tarçın desem bir şey ifade etmeyeceğini düşündüğümden de soruya cevap vermeden önce onu tanıtmak istedim. ) Elimde böyle bir imkan olsa, Tarçın olmayı ve onun yaşadığı hayatı yaşamayı isterdim. Onun gibi sakin ve huzur dolu bir muhitte, güvenli ve huzurlu bir evde (bir yandan da eve hapsolmak zorunda olmaksızın) açlık-tokluk derdi olmadan yaşamayı. Yakın çevredeki herkes tarafından sevilmeyi, hayattaki en büyük telaşın bizim büyükşehirde metroya yetişme acelemize benzer bir hızla az ilerideki ağacın altını eşelemeye gitmek olmasını isterdim. Ha, yaşadığım hayattan şikayetçi miyim? Kesinlikle hayır, insan olarak zaten bu saydıklarımdan sahip olabileceklerimin çoğuna sahibim ve bir insan hayatı seçme şansım olsa, seçeceğim yine kendi hayatım olurdu, bu şüphesiz. Ama soru hayvan hayatı seçmek üstünden olunca da cevabımı Tarçın seçeneğinden yana kullanmaktayım. :)

        Peki benim çizdiğim tablo ve özendiğim kadar tozpembe midir acaba Tarçın’ın hayatı? Başta da dediğim gibi, eminim konuşma şansı olsa onun da bazı dertleri, hatta hayatında çevresindekilerle paylaşmaktan bile çekindiği karanlık noktaları vardır. Ama hangimizin hayatında öyle noktalar yok ki? 



Aylar sonra gelen edit: Bir türlü fotoğrafını çekemediğimi söylediğim Tarçın'ı en nihayetinde fotoğraflamış bulunmaktayım. Hikayenin devamını okumak isteyeni buraya alabilirim: http://kurupilav.blogspot.com.tr/2016/03/tarcn.html 

3 Temmuz 2015 Cuma

oldukça kişisel ve hafif didaktik bir yazı

      İnsan hayatı nasıl da inişli çıkışlı… Geçen sene bu zamanlarda ailece hastanelerde sağlık sorunlarıyla boğuşurken, bir yandan anneannemin vefatıyla üzüntümüze üzüntüler katılırken tam bir sene sonra içinde olduğumuz tabloya bakın: Üniversiteden mezun olup kepimi atmışım, ailemize dünya tatlısı iki tane bebek katılmış, bebeklerin geldiği gün yüksek lisansa kabul edildiğimi öğrenmişim ve sevdiceğim de ben de istediğimiz okullara girmişiz, ailelerimiz tanışmış… Geçen yıl bu zamanlarda her şey nasıl tepetaklaksa bugünlerde de her şey tam tersi çok iyi.

      Zaman zaman her şeyin bu kadar iyi gitmesi mutluluğun yanında tuhaf bir korku da vermiyor diyemem.

      Ama şu kesin ki, insan hayatı hiçbir zaman doğrusal bir grafik çizmeyecek. Bundan sonra da zor günler olacak, arkasından yine güneş doğacak. Bir sene ağlarken bir sonraki sene kendimizi kocaman kahkahalarla gülerken bulacağız. Ne kötü günler kalıcı olacak, ne de mutluluk dolu anlar hep sürecek. Hani o ünlü hikâyede başına ne gelirse gelsin “Bu da geçer ya hu!” demeyi bilen Şakir vardır ya, sanırım insanın başına iyi ya da kötü ne gelirse gelsin unutmaması gereken tek gerçek de tam olarak bu; her şeyin bir gün geçebileceği.

      Yine de biz “Bu da geçer!” demekle kalmayalım, bir de sonuna her zaman şu cümleyi ekleyelim: “En kötü günümüz böyle olsun!”. Ne daha kötüsü olabileceğini unutalım, ne de daha iyisi için çabalamaktan vazgeçelim.


      Blogdaki genel tarzımın aksine oldukça kişisel ve (istemesem de) hafif didaktik bir yazı oldu, ama hayatımın bugünlerini yazmasaydım olmayacaktı.

16 Mayıs 2013 Perşembe

Bir Futbolseverin Özeleştirisi..

      14 Mayıs 2006.. Şüphesiz ki 21 yıllık hayatımda gördüğüm 11 Galatasaray şampiyonluğundan en heyecanlı, en anlamlı ve en unutulmaz olanının tarihi. Maddi sıkıntılarla, yönetim krizleriyle geçen bir "Aslanlar çekler ödenir hakkınız ödenmez" sezonunun ardından, parasını alamamasına rağmen sesini çıkarmayıp sonuna kadar mücadele eden güzel adamların sonunda hak ettiği şampiyonluğu, hem de asra bedel, unutulmaz bir 16 dakika sonunda aldığı şampiyonluğun tarihi. Daha 15 yaşında olmama rağmen, hayatımda ilk ve son defa kalp krizinden gitme ihtimalimi hissettiğim dakikaların yaşandığı gün.

      Takip eden 2 yılda ise futbolla arama biraz mesafe koyduğum söylenebilir. Gerek 14 Mayıs 2006 benzeri bir heyecanı ikinci defa yaşarsam bu sefer kalbimin dayanamamasından korkmak, gerekse yatılı okula gelmem ve maçları izleme fırsatını pek bulamamamdan dolayı 2 yıl kadar futbolu sadece skor olarak takip etmiştim. (zaten benim için her zaman "Futbol = Galatasaray"dı. Galatasaray maçları dışında sadece Dünya Kupası ve Şampiyonlar Ligi Finali, El Clasico gibi büyük maçları izlerim sadece.). Futbolu neden sevdiğimi hatırlatan ve biraz olsun tekrar izlemeye başlamamı sağlayan milli takım ve Euro 2008'de elde ettiği sürreel başarı öyküsü olmuştu. Fakat kesin dönüşümün, yine 21 yıllık hayatımda izlediğim en başarısız Galatasaray sezonu olan 2010-2011 olduğu söylenebilir. Bunun da sebeplerinden biri bizi bunca sene mutlu eden takımımı en kötü gününde yalnız bırakıp vefasızlık yapmak istememek, biri de o sezonki tüm başarısızlıklara rağmen emektar Ali Sami Yen'e veda edecek olmanın hüznü ve yeni stadın heyecanıydı. ( Hayatımda stadyumda izlediğim ilk Galatasaray maçının da Rijkaard'ın kovulduğu 2-4'lük talihsiz Ankaragücü maçı olduğunu buraya not düşelim. Pek hatırlanası bir maç olmamasına rağmen bileti hala çekmecemde durur.) O seneki kötü gidişata rağmen yeni stat hevesiyle 1.5 yıllık kombine almış, yarım sezonluk çektiğimiz kahrın ödülünü ise sonraki 1 sezonda her anına şahit olduğumuz, benim "yeniden doğuş sezonu" olarak adlandırmak istediğim, 2005-2006'dan sonraki en değerli, ama belki ondan daha coşkulu olan 2011-2012 şampiyonluğu ile almıştık. Tabi bu sırada ruh halim de "bizi hep mutlu eden takımımızı zor gününde yalnız bırakmayalım"dan "ulan bunca zaman cefasını çektik, biraz da sefasını sürelim!"e dönmüş, ve onun heyecanıyla kombinemi 1 sene daha uzatmıştım.

      Bu sezon ise üst üste gelen 2. şampiyonluğa rağmen lig maçlarının geçtiğimiz sezon kadar heyecan vermediğini itiraf etmeliyim. Ama tabi ki sahada sarı-kırmızı olduğu sürece en amaçsız maç bile benim tribünde hop oturup hop kalkmamı, ses tellerimi orada bırakmadan çıkmamamı sağlayabiliyor. Kaldı ki, öncelik olarak Avrupa diyen, şu pisliklerle dolu ligi ise sadece Avrupa'ya gitmemizi sağlayan bir araç olarak gören biri olarak Şampiyonlar Ligi maçları ve başarısı da bana istediğim hazzı verdi. Dolayısıyla şu son haftaya kadar her şey harikaydı. Peki son hafta ne oldu?

      Geçtiğimiz hafta oynanan Fenerbahçe maçı sanırım Galatasaray'dan değil ama zaten daha önce soğuduğum Türk Futbolundan iyice tiksinmemi sağladı. Belki şampiyonluğumuzu da garantilemenin verdiği rahatlıkla ilk defa bir Fenerbahçe maçını bu kadar stressiz izleyebilmek, belki de bu maçta iyice ayyuka çıkan olaylar futbolumuzun içine battığı pisliği daha da geniş bir açıdan inceleme fırsatı verdi. Yooo, kesinlikle "Emre şunu dedi, Sabri ona bunu yaptı, Volkan da ona karşılık böyle davrandı" muhabbetlerine girmeyeceğim. Zira aslına bakarsak, hiçbirimizin birbirimizden bir farkı yok ve eğer bugün bu maç yüzünden birinin hayatını kaybetmesinden bahsediyorsak bunda en başta gerginlik=reyting mentalitesi ile hareket eden yayıncı kuruluş ve basın, hatalarını örtbas etmek için taraftarı kışkırtacak demeçler veren yöneticiler ve özellikle 1980'lerden itibaren halkı apolitikleştirmek için futbolu bilinçli olarak sürekli gündemde tutan politik anlayış olmak üzere, bazen bilerek bazen bilmeden bu oyunlara gelen hepimizin kabahati var. Gözleri tuttuğu takımın renkleri dışında renk görmez olmuş, ortada bir can ve ırkçılık gibi dünyadaki en aşağılık suçlardan biri sözkonusu olmasına rağmen olaya hala "Katil Galatasaray taraftarı vs. Irkçı Fenerbahçe taraftarı" diye bakan, en basit tabirle cahil zihniyetin, sırf kendi renklerinden biri yaptığı için ırkçılığı ve cinayeti meşru göstermeye çalışan düşünce yapısının kabahati var, ve bu düşünce yapısı bu olaylardan ders çıkarmak yerine, çareyi hala ortamı germekte, nefret tohumları atmakta görüyor, belki de işine öyle geliyor.

      Bu noktada şahsi olarak da özeleştiri yapmalıyım. Sezon içinde zaman zaman bu tuzaklara benim de düştüğüm mutlaka olabiliyordur. Belki olayların anlık heyecanıyla fazla tarafsız bakamamanın - neticede taraftarız hepimiz -, belki zaman zaman kapıldığımız "biz bu ülkenin okumuş kesimine mensubuz, bu sorunların çözümünü sağlamak en çok da bizim elimizde" kibrinin gözümüzü kör etmesi buna sebebiyet veriyor. Lakin bu son hafta olan olaylar benim sıradan bir taraftar olarak şapkamı önüme koymamı ve kendimi, içinde bulunduğum toplumu, halkı birleştirmesi gereken sporun nasıl da halkımızı ayrıştırmaya başladığını, bunun birilerinin nasıl da işine geldiğini sorgulamamı sağladı. Evet ben futbolu seviyorum, ama insanların yanyana maç izlediği, maçın heyecanıyla kendi futbolcusuna bağırıp çağırdığı ama sonra sakinleşip "abi sonuçta adam elinden geleni yapıyor, ama yeteneği bu kadar işte" dediği, Galatasaray yendikten sonra Fenerbahçeli arkadaşlarıma şaka yollu takılıp biraz kızdırabildiğim, tabi biz yenildiysek onların da bana takılabildiği, diğer taraftan efendi bir şekilde tebrik etmeyi de bildiğimiz, her şeye rağmen bunun bir spor ve eğlence olduğunu unutmadığımız futbolu seviyorum, insanların sırf üzerinde rakip takımın forması var diye birbirine saldırdığı, cinayet işlediği, normal zamanda barış timsali gibi davranan insanların söz konusu rakip futbolcu olunca her tür kötü eylemi, ırkçılığı bile meşru gördüğü futbolu değil.. Kulüplerin başında, nüfuzunu iş hayatındaki ilişkileri için merdiven olarak kullanan, iktidarını kaybetmemek için taraftarı yanlış yönlendirmekte, hatta kışkırtmakta beis görmeyen kulüp yöneticilerini değil, gerçekten sporun ruhunu kavramış, insanlığını kaybetmemiş yöneticileri görmek istiyorum. Futbolu halkı uyutmak ve dünya meselelerini sorgulamayan bir toplum yaratmak için kullanan, ülkenin bir yanında kan gövdeyi götürürken, diğer yanının her şeyden bihaber derbi tartışması yapmasını ellerini ovuşturarak izleyen politikacılar tarafından yönetilmemek istiyorum. Maçlar sırf daha çok decoder satabilmek için insanların ölümüne göz yuman, hatta buna sebebiyet veren bir yayıncı kuruluş tarafından yayınlanmasın; varsın marka değeri(!) daha düşük, ama daha temiz bir ligimiz olsun istiyorum. İnsanlarımız karşısındakinin de kendisi gibi insan olduğunu unutmasın, aralarındaki tek farkın çocukken sarının yanına koydukları kırmızı veya lacivertten ibaret olduğunu unutmasın istiyorum. Söyleyin gerçekten çok mu şey istiyorum?

      Gelecek sene kombinemi yeniler miyim? Şu an gerçekten bilmiyorum, belki son olaylardan sonra canım istemeyecek ve 2006'dan sonra yaptığım gibi bir süre (ama bu sefer daha tatsız bir sebepten ötürü) ara vereceğim, belki ben ara vermesem de maddi imkanlar almama izin vermeyecek. Ama gördüğünüz gibi son günlerde şapkamı önüme koydum ve kendime "Nereye gidiyoruz? Benim taraftar olarak bunda payım ne?" sorularını soruyorum. Umarım iş işten daha da geçmeden ülke olarak da şapkamızı önümüze koymayı başarabiliriz.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

- Çocukken Erdek Amfi Tiyatro'da gittiğimiz konserler, her sene düzenli olarak Haluk Levent'in gelmesi, zaman zaman kaçak girmeyi başarıp atomu parçalamış gibi mutlu olmamız, orada izlediğimiz çocuk filmleri ( tabi ki ilk ve en unutulmazı olarak 5 yaşında gözlerimi dolduran "The Lion King") ve mutlaka tepeden Erdek'i gören muazzam manzarasıyla her konser, film veya oyundan sonra 3 gün hasta yatıran sert rüzgarı..

- Şimdi orayı da yıkıp otopark yaptılar iyi mi!

24 Nisan 2013 Çarşamba

Bir 23 Nisan Anısı..

        Sene 2002, ilkokul 5. sınıfta okuyan ve gerek başarılı ders notları gerekse büyüklerine saygılı kişiliğiyle öğretmenleri tarafından sevilen bir öğrenciyim. Nisan ayının başları, ilkokul sınıf öğretmenim yanıma geliyor. Bildiğiniz gibi her sene 23 Nisan'da bir kişi devlet yöneticilerinden birinin koltuğuna oturur, Bandırma'da en üst düzey devlet görevlisi kaymakam, ve o sene de kaymakamın koltuğuna oturacak öğrenci bizim okuldan seçilecekmiş. Her sene 5. ve 8. sınıflardan birer kız ve birer erkek olmak üzere toplam 4 kişi seçiliyor ve bu 4 kişi 23 Nisan'da kaymakamın huzuruna çıkıyormuş, kaymakamın seçtiği bir kişi de o gün kaymakamın koltuğuna oturuyormuş. İlkokul öğretmenim 5. sınıflardan da erkek olarak benim seçildiğimi söyledi ve ekledi "Kaymakam küçük çocukları çok seviyor, o yüzden de genellikle 5. sınıf ve erkek olan öğrenciyi seçiyor, ona göre kendini hazırla." Tabi benim nasıl heyecanlı olduğumu tahmin edebiliyorsunuzdur. Henüz 11 yaşındayım ve 23 Nisan'da kaymakam olma ihtimalim var. Aynanın karşısına geçip günlerce hazırlandım, kaymakam bana ne sorular sorabilir, bunlara ne cevap veririm, ben kaymakam koltuğuna oturunca ne yapmalıyım, her ihtimale karşı hazırlanıyorum, çünkü öğretmenimin dediğine göre kaymakam o gün kesinlikle beni seçecek.

        Ve nihayet 23 Nisan günü geldi çattı. Sabah 9'da buluşup okul müdürümüz ve 4 öğrenci kaymakamın huzuruna çıkacağız ama ben erkenden uyanmışım son bir tekrar yapıyorum: "Kaymakamımızın adı İsmail Gürsoy, kaymakam İçişleri Bakanı tarafından atanır, İçişleri Bakanımız Rüştü Kazım Yücelen ..."  Saat 9 oldu ve nihayet okul müdürü ve 4 öğrenci ile kaymakamın huzurundayız, aynı zamanda Bandırma'nın tek yerel kanalı olan MARMARA TV de orada, yani kaymakam koltuğuna oturuşumu bütün Bandırma izleyecek..

        Öncelikle kaymakam tek tek isimlerimizi soruyor, kendimizi tanıtıyoruz; Sonra kendisine bir sorumuz olup olmadığını soruyor ve günlerce hazırlandığım sorulardan birini soruyorum, yanlış hatırlamıyorsam Marmara Denizi ve Bandırma Körfezi'ndeki kirlilikle ilgili bir soru, ama tüm bunlar olurken kalbim nasıl atıyor  anlatamam. Sonunda heyecanla beklediğim an geliyor ve kaymakam o cümleyi kuruyor: "Evet çocuklar, şimdi aranızdan birini seçeceğim ve o bugünkü kaymakamımız olacak, hanginiz olmak istiyor bakalım?" Tabi dördümüzden de ses çıkmıyor, herkes "istemem, yan cebime koy" havalarında. Kaymakam tam aramızdan birini (çok büyük ihtimalle de beni) seçmek üzereyken okul müdürümüz lafa giriyor ve 8. sınıflardaki çocuğa dönüp, "Mehmet*, sen geçmek ister misin?" diyerek bütün hayallerimi yıkıyor. O andan sonrası benim için kocaman bir karanlık.. Kaymakam koltuğuna oturmuş herkese direktifler veren, İlçe Milli Eğitim Müdürü'nü arayıp okulların durumunu soran bir Mehmet ve günlerdir kurduğu hayalleri yıkılmış, Mehmet'in karşısındaki koltukta büzüşüp oturmakta olan ben..

        Akşam heyecandan doğru düzgün hatırlamadığım anları ve hayallerimin yıkılışını MARMARA TV Haber Bülteni'nde izliyorum, fakat olayın üzüntüsünü atlatmışım bile, gülümsüyorum izlerken. Çocukluk neticede, üzüntüler de sevinçler de kısa süreli oluyor, üstelik koltuğuna oturamasam da, o yaşta kaymakamın huzuruna çıkmışım, daha ne olsun ki! Günün bir diğer tesellisi ise kaymakamın hepimize hediye ettiği şık bir dolma kalem oluyor, her baktığımda bana o günü hatırlatan ve yüzümü güldüren siyah bir kalem..


*: Hatırlayamadığım için Mehmet yazdım, ama çocuğun adı başka bir şeydi. Okul müdürümüzün adı da Selahattin Olcay'dı ve kendisini hiç sevmezdim.

16 Şubat 2013 Cumartesi

Babalar ve Oğulları

        Bugün tam eczaneden çıkıp İstanbul'a dönmek için feribota gitmek üzereydim ki, babam "Keşke 1 gün daha kalsaydın, akşamki Galatasaray maçını birlikte seyrederdik." dedi. O an sırf babamın isteğini karşılıksız bırakmamak, baba-oğul birlikte bir maç daha seyredip, fazladan bir akşam daha geçirmek, belki karşılıklı birkaç kadeh bir şeyler içmek için kalmayı nasıl istedim, anlatamam.

26 Kasım 2012 Pazartesi

...




    Siz siz olun, sevdiceğinizi yakın bir zamanda uzak bir ülkeye uğurlayacak ve bir kaç ay göremeyecekseniz; ve bu gerçek göğsünüze yumru gibi oturmuş bir an bile aklınızdan çıkmıyorsa sakın bu şarkıyı dinlemeyin. Hatta dinlememeyi bırak, eğer bilgisayarınızda varsa da tamamen silin, yoksa böyle hiç beklemediğiniz bir anda çalmaya başlayıp gecenizi allak bullak edebiliyor.

    Ama peki hiç mi yolu yok, gerçekten o kalsa da İstanbul gitse olmaz mı ki?

18 Kasım 2012 Pazar

Pazartesileri Sevdiren'e..

Pazartesi sendromu nedir bilmem, ama son 2 aydır yaşadığım şey olmadığına eminim.

Bir kız var, beni iki eli iki kahverengi gözüyle yaşama bağlayan, yalnızca haftaiçleri görebildiğim, yokluğunda 2 günlük haftasonunun bile zor ve eksik geçtiği; işte hayatıma girdikten sonra onu görebilecek olmanın heyecanıyla mutlu uyanmayı ifade eder oldu benim için pazartesinin sabahları. İnsan pazartesi gününü de çok sevebilirmiş, onun sayesinde öğrendim. Ve yine öğrendim ki aslında cumartesi öğleden sonraları da zannedildiği kadar güzel olmayabiliyormuş.

22 Mart 2012 Perşembe

Aramaya İnanmak



"Her konuya değinen bir blog yaratmak" derken kastettiğim tam olarak bu muydu değil miydi şu an emin değilim.

BİR BANDIRMALININ GÜNLÜĞÜ

(Yaklaşık 5 sene önce yazdığım ve şu an olmayan www.bandirmaliyiz.biz sitesinde yayınladığım bir yazım. Arşivimi karıştırırken buldum, blogumda da bulunsun istedim.)

        Bugün cuma, araya giren 5 günlük bir çalışma temposundan sonra tekrar evime dönüyorum. Elimde 18.30'da Yenikapı'dan Bandırma'ya hareket edecek olan feribota bir bilet var. Ama Yenikapı'ya erken geliyorum, bakıyorum hava da güzel, başmemurla yaşadığım ufak çaplı bir gerginlikten sonra kendimi 17.30 gemisine atıyorum. YAŞASINN !! Hedefe yaklaşık 45 dakika daha erken ulaşacağım.. :)

        Gemiye biniyorum ve hareket ediyoruz..Sanki biraz sallıyor mu ne?? Aman canım neyse biraz kitap okuyayım. Şu an İnkılap Kitabevi’nden çıkan DOSTLAR BENİ HATIRLASIN – AŞIK VEYSEL – HAYATI VE TÜM ŞİİRLERİ adlı kitabı okuyorum..Bir şiir , iki şiir , üç şiir derken göz kapaklarım yerçekimiyle yaptığı savaşı kaybediyor ve uykuya dalıyorum.. Yanımda oturan amcanın “Hadi evladım uyan,Bak Bandırma’ya geldik” demesiyle gözlerimi açıyor ve yanında geçmekte olduğumuz limandaki o büyük kırmızı vinçlerden biriyle göz göze geliyorum..Artık ineyim, annemle babam beni bekliyordur, fazla bekletmeyeyim. .Biraz üstümü başımı düzelttikten sonra amcaya iyi akşamlar diyor ve yanından ayrılıyorum.. Tahmin ettiğim gibi, annem de babam da burada ; hemen arabaya biniyor ve Hacıyusuf’a doğru gidiyoruz

-         Nereye ?
-         Anneannene gidiyoruz.
-         N’oldu ki ?
-         E bugün kandil ya !
-         Aa ben onu unutmuştum !!

        Anneanneyle el öpüp kandilleşme faslından sonra sıra karın doyurmaya geliyor..Peki nerede yiyelim ? Herkes birbirine bakarken ilk tepki benden geliyor :

-         Yaa, buralarda meşhur bir İskenderci varmış J  (ve tabii ki oraya gidiliyor.)

        Önce bir tane 1,5 üstüne doyulmayıp bir de yarım yenince garson bile “boşal da semerini ye” bakışı atmaya başlıyor ki nihayet doyuyorum ve kalkıyoruz. Hakikaten özlemişim. Karnım doymuş , ağzım kulaklarımda bir halde İskenderciden çıkıyorum ki acı gerçek yüzüme Bandırma’nın rüzgarı gibi çarpıyor : MEHTAP BÜFE(TOSTÇU MEHMET AMCA) yerinde değil.. Uzun süre kalakalıyorum. .Sonra babamın sesini duyar gibi oluyorum :  “O, Sahil tarafına taşındı” ..

        Biliyorum , hatta bunun olacağını bu sitede de ilk ben yazmıştım ama ne bileyim işte , insan yine de bir garip oluyor.. Yine giderim , sorun değil , o tostlar , o YAKIŞIKLI muhabbeti için yine giderim , Fizan’da olsa yine giderim , ama ne bileyim işte, bir şeyler eksik sanki ,artık Ziraat Bankası’nın önünde buluşacağımız arkadaşı beklerken “bir karışık bir ayran , tostta acı az olsun” deyip üstüne bir de sakız alabileceğimiz bir Tostçu Mehmet Amca yok.. Sahil de buluşmak için çok uzak.. Peki biz şimdi ne yapacağız?


30.03.2007    - BANDIRMA

30 Eylül 2010 Perşembe

Temmuz 2007 : O İlk Birayı İçmeyecektik

    
        "O son tekilayı almayacaktık." Kendimi kaybetmiş haldeydim. Bir yandan soğuktan titriyor, bir yandan da sık sık öne eğilip kusuyordum. Bize ne olmuştu, ne yapmıştık, nasıl olmuştu da bu hale gelmiştik hiçbir şeyi hatırlamıyordum. Sabah ezanıyla köpek havlamalarının birbirine karıştığı bir anda, kimin olduğunu tam ayırt edemediğim bir ses, beynimin bu uyuşmuşluk halinden kurtulmasına yardımcı oldu : "Baba, o son tekilayı almayacaktık." Evet, şimdi yavaş yavaş kafamda bazı şeyler canlanmaya başlamıştı. Bir senedir görüşemeyen 4 yakın arkadaş hem hasret gidermek hem de eğlenmek için toplanmış, konu konuyu açtıkça, kabuk tutan - ya da bizim tuttuğunu sandığımız - yaralar yeniden kanamaya başlamıştı. Alkolün de yaraları tedavi etmeye yetersiz kaldığı bir anda kendimizi sokağa atmıştık; sonra daha fazla alkol, daha fazla gözyaşı, yaraları denizin tuzlu ve soğuk suyuyla iyileştirme çabaları derken, kendimizi bahçedeki bu kırık bankta uzanmış kusuyorken bulmuştuk.

        4 yakın arkadaştık... Yoo, aslında biz 12 kişiydik. 4 kişi içen, 8 kişi şerefine içilen... Bir zamanlar bu masada olup şimdi yanımızda olamayan, yada olmayı hak etmeyen 8 kişi daha; ilk kadehimizde yanımızda olup son kadehte uzak düştüğümüz, her kadehte birini kaybettiğimiz 8 kişi daha. Kimini kıskanç bir sevgiliye, kimini ise yanlış seçimlere kurban verdiğimiz 8 kişi daha...

        Oysa o gece hepimiz ne kadar da emindik asla kopmayacağımıza. 2007'nin o sıcak temmuz gecesi, çoğumuzun ilk defa aileden gizlice içme heyecanını yaşadığı, birbirimize daha da bağlandığımız o gece. İlk heyecanların yaşandığı, ilk aşkların başladığı, belki de ilk nefret tohumlarının atıldığı, bizi birbirimize bağlarken bir yandan da koparmaya başlayan o ilk gece. Bizi hem 12 kişi yapan, hem de 4 kişi bırakan gece. Çocuksu bir masumiyetle evden 45 dk. uzağa yürüdükten sonra, Çuğra sahilinde birer biramızı içerek ergenliğe girdiğimizi birbirimize ispatlayıp, yine ağzımızda sakızla, geç kalmamak için koşa koşa eve döndüğümüz o gece.

        Ve aradan 3 yıl geçtikten sonra, yine bol alkollü, ama daha az masum bir temmuz gecesi tüm bu olanlar bir film şeridi gibi kafamdan geçerken, Burak'ın ya da Gökhan'ın olduğunu düşündüğüm bir ses beni kendime getiriyor : "O son tekilayı almayacaktık." Hiçbirinin duyamayacağı bir şekilde mırıldanıyorum: "Hayır dostum, biz asıl o ilk birayı içmeyecektik, başımıza ne geldiyse ondan sonra geldi."

2 Mayıs 2010 Pazar

Mutluluğun Fotoğrafı : BORDOOOOOO !!!!


Tarihe not düşülsün: 2 Mayıs 2010 Pazar günü Bandırmaspor şampiyonluğunu ilan ederken Kurupilav İstanbul'da, üzerinde Bandırmaspor forması "Şimdi Bandırma'da olmak vardı beyaaa!!" diye hayıflanmaktaydı. Herşey için Teşekkürler Şampiyon !!

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Haftanın Şiiri : Otuzüç Kurşun

İnandığı değerler uğruna öldürülen herkes için...

OTUZÜÇ KURŞUN


1.

Bu dağ Mengene dağıdır
Tanyeri atanda Van'da
Bu dağ Nemrut yavrusudur
Tanyeri atanda Nemruda karşı
Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur
Bir yanın seccade Acem mülküdür
Doruklarda buzulların salkımı
Firari güvercinler su başlarında
Ve karaca sürüsü,
Keklik takımı...

Yiğitlik inkar gelinmez
Tek'e - tek doğüşte yenilmediler
Bin yıllardan bu yana, bura uşağı
Gel haberi nerden verek
Turna sürüsü değil bu
Gökte yıldız burcu değil
Otuzüç kurşunlu yürek
Otuzüç kan pınarı
Akmaz,
Göl olmuş bu dağda...

2.

Yokuşun dibinden bir tavşan kalktı
Sırtı alacakır
Karnı sütbeyaz
Garip, ikicanlı, bir dağ tavşanı
Yüreği ağzında öyle zavallı
Tövbeye getirir insanı
Tenhaydı, tenhaydı vakitler
Kusursuz, çırılçıplak bir şafaktı

Baktı otuzüçten biri
Karnında açlığın ağır boşluğu
Saç, sakal bir karış
Yakasında bit,
Baktı kolları vurulu,
Cehennem yürekli bir yiğit,
Bir garip tavşana,
Bir gerilere.

Düştü nazlı filintası aklına,
Yastığı altında küsmüş,
Düştü, Harran ovasından getirdiği tay
Perçemi mavi boncuklu,
Alnında akıtma
Üç topuğu ak,
Eşkini hovarda, kıvrak,
Doru, seglavi kısrağı.
Nasıl uçmuşlardı Hozat önünde!

Şimdi, böyle çaresiz ve bağlı,
Böyle arkasında bir soğuk namlu
Bulunmayaydı,
Sığınabilirdi yüceltilere...
Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir,
Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı,
Yanan cıgaranın külünü,
Güneşlerde çatal kıvılcımlanan
Engereğin dilini,
İlk atımda uçuran
Usta elleri...

Bu gözler, bir kere bile faka basmadı
Çığ bekleyen boğazların kıyametini
Karlı, yumuşacık hıyanetini
Uçurumların,
Önceden bilen gözleri...
Çaresiz
Vurulacaktı,
Buyruk kesindi,
Gayrı gözlerini kör sürüngenler
Yüreğini leş kuşları yesindi...

3.

Vurulmuşum
Dağların kuytuluk bir boğazında
Vakitlerden bir sabah namazında
Yatarım
Kanlı, upuzun...

Vurulmuşum
Düşüm, gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam kitaplara
Şifre buyurmuş bir paşa
Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız

Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...


4.

Ölüm buyruğunu uyguladılar,
Mavi dağ dumanını
ve uyur-uyanık seher yelini
Kanlara buladılar.
Sonra oracıkta tüfek çattılar
Koynumuzu usul-usul yoklayıp
Aradılar.
Didik-didik ettiler
Kirmanşah dokuması al kuşağımı
Tespihimi, tabakamı alıp gittiler
Hepsi de armağandı Acemelinden...

Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız
Karşıyaka köyleri, obalarıyla
Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,
Komşuyuz yaka yakaya
Birbirine karışır tavuklarımız
Bilmezlikten değil,
Fıkaralıktan
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz,
Gayrı eşkiyaya çıkar adımız
Kaçakçıya
Soyguncuya
Hayına...

Kirvem hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...

5.

Vurun ulan,
Vurun,
Ben kolay ölmem.
Ocakta küllenmiş közüm,
Karnımda sözüm var
Haldan bilene.
Babam gözlerini verdi Urfa önünde
Üç de kardaşını
Üç nazlı selvi,
Ömrüne doymamış üç dağ parçası.
Burçlardan, tepelerden, minarelerden
Kirve, hısım, dağların çocukları
Fransız Kuşatmasına karşı koyanda

Bıyıkları yeni terlemiş daha
Benim küçük dayım Nazif
Yakışıklı,
Hafif,
İyi süvari
Vurun kardaş demiş
Namus günüdür
Ve şaha kaldırmış atını.

Kirvem hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...

AHMED ARİF


NOT: LYS hazırlık sürecinden dolayı uzun zamandır güzel, uzun bir yazı kaleme alamayıp, sadece şiirlerle ve kısa yazılarla geçiştirdiğim için özür diliyorum; ama sanırım bu durum yaza kadar böyle devam edecek. Anlayışınız için teşekkür ederken aynı zamanda tüm emekçi sınıfın 1 Mayıs Bayramını kutluyorum. 1 Mayıs 1977'de, öncesinde ve sonrasında öldürülenleri de bu hafta bu şiirle anmak istedim.

6 Nisan 2010 Salı

YGS'ye gittim, dönücem


Sınav nedeniyle bir süre kapalıyız. Sınava girecek herkese de bol şans diliyorum.
Kurupilav