futbol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
futbol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Biz Hayır Diyoruz!


      Normalde sosyal medyadan kitap tavsiyesi verme adetim yoktur ama bu adeti bozmaya değer bir kitap bu.

      “Biz Hayır Diyoruz” Metis tarafından yayınlanan bir Eduardo Galeano yazıları seçkisi. Benimse okuduğum ilk Eduardo Galeano kitabı. Bundan sonra da son olmayacağına eminim. Seçkidekilerin bazıları Eduardo Galeano’nun bütün dünyada yankı uyandıran ve tartışılan yazıları iken, bazı yazılar Güney Amerika ülkeleri ile Türkiye arasındaki benzerlikleri ortaya koymak için editörler tarafından özel olarak belirlenmiş. Kimi yazılarını ise (özellikle 2000’lerden sonra yazılanlar) bizzat Eduardo Galeano Türkiyeli okurlara özel olarak seçmiş.

      Bu yazılarında Galeano kimi zaman kendisiyle yüzleşirken, kimi zaman yazarın görevinin ne olduğunu ve topluma karşı sorumluluğunu sorguluyor: Siyasi baskı sebebiyle düşüncelerini özgürce ifade edemeyen veya hapse gönderilmiş bir yazarın durumunun da bir nevi sürgün olup olmadığı fikrini akıllara düşürüyor, “karın tokluğuna yaşamaya çalışan insanların ülkesinde, kitapların bu kişilerin alım gücünü aşması da sansürün ve ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının bir başka çeşidi değil midir?” sorusunu çarpıyor yüzümüze.

      Bunun dışında bazen Zidane’ın 2006 Dünya Kupası finalindeki sansasyonel hareketi üzerinden futbol-küreselleşme ve ırkçılık ilişkisini, bazense ünlü fotoğrafçı Sebastiao Salgado’nun eserleri üzerinden Üçüncü Dünya ülkelerindeki açlığı ve Batı Dünyası’nın buna karşı olan körlüğü ve iletişimsizliğini, hatta daha da ileri giderek bundaki payını inceliyor.

      Ve tabi ki Güney Amerika yerlileri. Galeano en çok da Avrupalılar tarafından bu topraklardaki kökleri 10000-15000 sene önceki Maya uygarlıklarına dayanan insanlara yapılan planlı zulüm ve onların yıllarca görmezden gelinmesini – ve zaman zaman hala da görmezden gelinmelerini - taşıyor yazılarına. Dünyanın geri kalanına ilkel ve barbar olarak yansıtılan bu insanların aslında 1500’lü yıllarda topraklarını işgal eden Avrupalılardan ne kadar da daha aydın fikirli olduklarını gösteriyor. Katolik düşünce yapısı kendi kültürünü empoze edene kadar eşcinselliğin Amerika topraklarında normal görülüşünü, gelip de kendi kültürlerini anlatan bir Avrupalı’ya “Peki siz krallarınızı neye göre seçiyorsunuz?” diye soran – kadınlar ve erkekler tarafından birlikte seçilmiş – bir kabile reisini ve kabilelerin birbirleriyle savaşa giriştiği bir dönemde bu savaşı bitirene kadar cinsellik grevi yaparak erkekleri barışın yoluna getiren cesur yerli kadınları, anneleri anlatıyor bize. Ve resmi tarihin yazmamasına rağmen toprak reformunu yapan ilk ülkenin Uruguay, köleliği kaldıran ilk ülkenin Haiti olduğunu, fakat şimdi bu Haiti halkının ülkelerinde çıka(rıla)n iç savaş yüzünden nasıl da başka coğrafyalara kaçmak zorunda kaldığını söylüyor bize. Bu noktada ülkesindeki iç savaştan kaçarken Karayip Denizi’nde boğulan Haitililer ile Ege Denizi’nde boğulan Suriyeliler’in kaderleri arasında ilişki kurup ders çıkarmak ve bu benzer senaryonun ortak aktörlerini sorgulamak da biz okurlara düşüyor.

      Bu kitap sayesinde yaşanılan coğrafya değişse de, Güney Amerika’ya da baksak Ortadoğu’ya da baksak “gelişmekte olan” ülkelerin kaderlerinin pek de değişmediğini görüyor; ve tıpkı Galeano gibi biz de “Batı Dünyası”nın bizi razı etmeye çalıştığı korku imparatorluklarına, hala devam eden sömürgeci anlayışa, demokrasi görünümlü diktatörlüklere, paranın ve savaşın özgürlüğüne-övülmesine hayır diyerek bir kere daha insan onuruna, barışa, gerçek demokrasiye ve sanatın ve aşkın gücüne evet diyoruz. Aynı zamanda bu eser sayesinde Eduardo Galeano’nun neden “Dünya’nın vicdanı”* olarak nitelendirildiğini de bir kere daha anlama şansı yakalamak mümkün oluyor.

      Ben gerçekten -ilk defa blogdan bir kitap tavsiye edecek kadar – beğendim ve etkilendim. Sizin de okumanızı tavsiye ediyor ve beğeneceğinizi umuyorum.

      Şimdiden keyifli okumalar. 


*: Eduardo Galeano için "Dünya'nın vicdanı" tanımlaması John Berger'a aittir.

16 Mayıs 2013 Perşembe

Bir Futbolseverin Özeleştirisi..

      14 Mayıs 2006.. Şüphesiz ki 21 yıllık hayatımda gördüğüm 11 Galatasaray şampiyonluğundan en heyecanlı, en anlamlı ve en unutulmaz olanının tarihi. Maddi sıkıntılarla, yönetim krizleriyle geçen bir "Aslanlar çekler ödenir hakkınız ödenmez" sezonunun ardından, parasını alamamasına rağmen sesini çıkarmayıp sonuna kadar mücadele eden güzel adamların sonunda hak ettiği şampiyonluğu, hem de asra bedel, unutulmaz bir 16 dakika sonunda aldığı şampiyonluğun tarihi. Daha 15 yaşında olmama rağmen, hayatımda ilk ve son defa kalp krizinden gitme ihtimalimi hissettiğim dakikaların yaşandığı gün.

      Takip eden 2 yılda ise futbolla arama biraz mesafe koyduğum söylenebilir. Gerek 14 Mayıs 2006 benzeri bir heyecanı ikinci defa yaşarsam bu sefer kalbimin dayanamamasından korkmak, gerekse yatılı okula gelmem ve maçları izleme fırsatını pek bulamamamdan dolayı 2 yıl kadar futbolu sadece skor olarak takip etmiştim. (zaten benim için her zaman "Futbol = Galatasaray"dı. Galatasaray maçları dışında sadece Dünya Kupası ve Şampiyonlar Ligi Finali, El Clasico gibi büyük maçları izlerim sadece.). Futbolu neden sevdiğimi hatırlatan ve biraz olsun tekrar izlemeye başlamamı sağlayan milli takım ve Euro 2008'de elde ettiği sürreel başarı öyküsü olmuştu. Fakat kesin dönüşümün, yine 21 yıllık hayatımda izlediğim en başarısız Galatasaray sezonu olan 2010-2011 olduğu söylenebilir. Bunun da sebeplerinden biri bizi bunca sene mutlu eden takımımı en kötü gününde yalnız bırakıp vefasızlık yapmak istememek, biri de o sezonki tüm başarısızlıklara rağmen emektar Ali Sami Yen'e veda edecek olmanın hüznü ve yeni stadın heyecanıydı. ( Hayatımda stadyumda izlediğim ilk Galatasaray maçının da Rijkaard'ın kovulduğu 2-4'lük talihsiz Ankaragücü maçı olduğunu buraya not düşelim. Pek hatırlanası bir maç olmamasına rağmen bileti hala çekmecemde durur.) O seneki kötü gidişata rağmen yeni stat hevesiyle 1.5 yıllık kombine almış, yarım sezonluk çektiğimiz kahrın ödülünü ise sonraki 1 sezonda her anına şahit olduğumuz, benim "yeniden doğuş sezonu" olarak adlandırmak istediğim, 2005-2006'dan sonraki en değerli, ama belki ondan daha coşkulu olan 2011-2012 şampiyonluğu ile almıştık. Tabi bu sırada ruh halim de "bizi hep mutlu eden takımımızı zor gününde yalnız bırakmayalım"dan "ulan bunca zaman cefasını çektik, biraz da sefasını sürelim!"e dönmüş, ve onun heyecanıyla kombinemi 1 sene daha uzatmıştım.

      Bu sezon ise üst üste gelen 2. şampiyonluğa rağmen lig maçlarının geçtiğimiz sezon kadar heyecan vermediğini itiraf etmeliyim. Ama tabi ki sahada sarı-kırmızı olduğu sürece en amaçsız maç bile benim tribünde hop oturup hop kalkmamı, ses tellerimi orada bırakmadan çıkmamamı sağlayabiliyor. Kaldı ki, öncelik olarak Avrupa diyen, şu pisliklerle dolu ligi ise sadece Avrupa'ya gitmemizi sağlayan bir araç olarak gören biri olarak Şampiyonlar Ligi maçları ve başarısı da bana istediğim hazzı verdi. Dolayısıyla şu son haftaya kadar her şey harikaydı. Peki son hafta ne oldu?

      Geçtiğimiz hafta oynanan Fenerbahçe maçı sanırım Galatasaray'dan değil ama zaten daha önce soğuduğum Türk Futbolundan iyice tiksinmemi sağladı. Belki şampiyonluğumuzu da garantilemenin verdiği rahatlıkla ilk defa bir Fenerbahçe maçını bu kadar stressiz izleyebilmek, belki de bu maçta iyice ayyuka çıkan olaylar futbolumuzun içine battığı pisliği daha da geniş bir açıdan inceleme fırsatı verdi. Yooo, kesinlikle "Emre şunu dedi, Sabri ona bunu yaptı, Volkan da ona karşılık böyle davrandı" muhabbetlerine girmeyeceğim. Zira aslına bakarsak, hiçbirimizin birbirimizden bir farkı yok ve eğer bugün bu maç yüzünden birinin hayatını kaybetmesinden bahsediyorsak bunda en başta gerginlik=reyting mentalitesi ile hareket eden yayıncı kuruluş ve basın, hatalarını örtbas etmek için taraftarı kışkırtacak demeçler veren yöneticiler ve özellikle 1980'lerden itibaren halkı apolitikleştirmek için futbolu bilinçli olarak sürekli gündemde tutan politik anlayış olmak üzere, bazen bilerek bazen bilmeden bu oyunlara gelen hepimizin kabahati var. Gözleri tuttuğu takımın renkleri dışında renk görmez olmuş, ortada bir can ve ırkçılık gibi dünyadaki en aşağılık suçlardan biri sözkonusu olmasına rağmen olaya hala "Katil Galatasaray taraftarı vs. Irkçı Fenerbahçe taraftarı" diye bakan, en basit tabirle cahil zihniyetin, sırf kendi renklerinden biri yaptığı için ırkçılığı ve cinayeti meşru göstermeye çalışan düşünce yapısının kabahati var, ve bu düşünce yapısı bu olaylardan ders çıkarmak yerine, çareyi hala ortamı germekte, nefret tohumları atmakta görüyor, belki de işine öyle geliyor.

      Bu noktada şahsi olarak da özeleştiri yapmalıyım. Sezon içinde zaman zaman bu tuzaklara benim de düştüğüm mutlaka olabiliyordur. Belki olayların anlık heyecanıyla fazla tarafsız bakamamanın - neticede taraftarız hepimiz -, belki zaman zaman kapıldığımız "biz bu ülkenin okumuş kesimine mensubuz, bu sorunların çözümünü sağlamak en çok da bizim elimizde" kibrinin gözümüzü kör etmesi buna sebebiyet veriyor. Lakin bu son hafta olan olaylar benim sıradan bir taraftar olarak şapkamı önüme koymamı ve kendimi, içinde bulunduğum toplumu, halkı birleştirmesi gereken sporun nasıl da halkımızı ayrıştırmaya başladığını, bunun birilerinin nasıl da işine geldiğini sorgulamamı sağladı. Evet ben futbolu seviyorum, ama insanların yanyana maç izlediği, maçın heyecanıyla kendi futbolcusuna bağırıp çağırdığı ama sonra sakinleşip "abi sonuçta adam elinden geleni yapıyor, ama yeteneği bu kadar işte" dediği, Galatasaray yendikten sonra Fenerbahçeli arkadaşlarıma şaka yollu takılıp biraz kızdırabildiğim, tabi biz yenildiysek onların da bana takılabildiği, diğer taraftan efendi bir şekilde tebrik etmeyi de bildiğimiz, her şeye rağmen bunun bir spor ve eğlence olduğunu unutmadığımız futbolu seviyorum, insanların sırf üzerinde rakip takımın forması var diye birbirine saldırdığı, cinayet işlediği, normal zamanda barış timsali gibi davranan insanların söz konusu rakip futbolcu olunca her tür kötü eylemi, ırkçılığı bile meşru gördüğü futbolu değil.. Kulüplerin başında, nüfuzunu iş hayatındaki ilişkileri için merdiven olarak kullanan, iktidarını kaybetmemek için taraftarı yanlış yönlendirmekte, hatta kışkırtmakta beis görmeyen kulüp yöneticilerini değil, gerçekten sporun ruhunu kavramış, insanlığını kaybetmemiş yöneticileri görmek istiyorum. Futbolu halkı uyutmak ve dünya meselelerini sorgulamayan bir toplum yaratmak için kullanan, ülkenin bir yanında kan gövdeyi götürürken, diğer yanının her şeyden bihaber derbi tartışması yapmasını ellerini ovuşturarak izleyen politikacılar tarafından yönetilmemek istiyorum. Maçlar sırf daha çok decoder satabilmek için insanların ölümüne göz yuman, hatta buna sebebiyet veren bir yayıncı kuruluş tarafından yayınlanmasın; varsın marka değeri(!) daha düşük, ama daha temiz bir ligimiz olsun istiyorum. İnsanlarımız karşısındakinin de kendisi gibi insan olduğunu unutmasın, aralarındaki tek farkın çocukken sarının yanına koydukları kırmızı veya lacivertten ibaret olduğunu unutmasın istiyorum. Söyleyin gerçekten çok mu şey istiyorum?

      Gelecek sene kombinemi yeniler miyim? Şu an gerçekten bilmiyorum, belki son olaylardan sonra canım istemeyecek ve 2006'dan sonra yaptığım gibi bir süre (ama bu sefer daha tatsız bir sebepten ötürü) ara vereceğim, belki ben ara vermesem de maddi imkanlar almama izin vermeyecek. Ama gördüğünüz gibi son günlerde şapkamı önüme koydum ve kendime "Nereye gidiyoruz? Benim taraftar olarak bunda payım ne?" sorularını soruyorum. Umarım iş işten daha da geçmeden ülke olarak da şapkamızı önümüze koymayı başarabiliriz.

22 Eylül 2012 Cumartesi

İşte biz futbolu bu yüzden seviyoruz!



"Metin (Oktay) abiyi gerçek bir aşkla sevdim. Onun incinmesi benim için üzüntü kaynağıydı. Futbolu bıraktığımda, Metin abi benim durumumun kötü olduğunu duymuş, Nuri Kurtcebe’yle bana haber gönderiyor, “Metin bana gelsin” diyor. Neden çağırdığını tahmin ediyorum. Jübile yapmadım, para durumum kötü, bana mutlaka bir şey yapacak. Ya jübile, gece filan ya da Galatasaray zenginlerinden bana bir şey uyduracak. Beni ekonomik olarak sağlama alacak. Bunu bildiğim için gitmiyorum. Bir gün Nuri’yle Gazeteciler Cemiyeti’nde içerken “Bu adam çok gururlu, gelmeyecek. En iyisi biz gidelim, bulalım. Beyoğlu’nda nereye gider” diyorlar. Benim gittiğim yere geliyorlar. Beyoğlu’nda "Kadıköy" diye Sevgi Abla’nın yeri vardı, oraya giderdik. İçeri girdiğin zaman barı biraz kuytuda kalır, arkadaşlar önden girmiş, ben biraz arkada kalmıştım; sırtıma bir yumruk yedim! Arkamı döndüm ki, Metin abi karşımda duruyor. “Haber gönderiyorum, niye gelmiyorsun” dedi. “Abi geleceğim de…” falan dedim ama… “Bırak şimdi! Ben senin abin değil miyim, sen sadece kendini mi solcu zannediyorsun!” O gece sabaha kadar oturduk Metin abiyle. Söz almadan gitmek istemiyor. Sonunda “tamam” dedim. İllâ bana para kazandıracak... "

Metin Kurt

19 Nisan 2012 Perşembe

22'nin En Güzel Hali




Futbolcuyken; hem sağ bek, hem sol bek, hem sağ açık, hem forvet arkası, hem forvet;

Futbolu bıraktıktan sonra; hem rapçi, hem siyasetçi, hem müteahhit, hem antrenör.


Dünya üzerinde hem Carlo Ancelotti hem Kayahan ile çalışan tek insan.


Aynı zamanda efsane kadrodaki futbolcuların çoğu emekli olunca "Ne yapsam da Galatasaray'a zarar versem?" diye düşünüp uğraşırken, efendiliğini asla bozmayan bir kaç adamdan biri.



Arsenal maçındaki, Milan maçındaki gibi kritik anların soğukkanlı penaltıcısı.

Ondan sonra asla benzerini bulamadığımız, sırf -kötü de olsa- farklı mevkilerde oynayabiliyor diye Kazım Kazım gibi adamlarla uğraşmak zorunda kaldığımız, gerçek bir joker oyuncu.


Futbolu bırakması yıllar olmasına rağmen hala müthiş bir fiziğe sahip antrenörümüz. Arada maçlar tıkanınca "Şimdi kulübeden girse de sağdan sağdan yardırsa ne güzel olur!" diye düşünme sebebi.


Sahalarda izlediğim en güzel 22.


Çok yaşa marjinal adam, son mohikan Ümit Davala!




22 Nisan 2011 Cuma

Büyük Kaptanlar Neslinin Son Temsilcisi


        Erkeklerin kendilerini çocuk, genç ya da yaşlı olarak tanımlamalarında aktif futbolcular ve onların yaşları önemli bir rol oynar. Örneğin sizin yaşınızdaki insanlar artık büyük takımlarda, milli takımlarında forma giymeye başlamışlarsa bu, çocukluğunuzun bitip gençlik döneminizin başladığına işarettir. Eğer o futbolcular yavaş yavaş jübilelerini yaparak yerini sizden en az 10-15 yaş küçük yeni nesile bırakıp hocalık yapmaya başlamışsa bu sizin artık en az 35-40 yaşında olgun bir birey, hatta belki sorumlulukları olan bir aile babası haline geldiğinizi gösterir. Ve eğer bir gün kendinizi 10-15 yaşındaki çocuklara 60-70 yaşlarındaki efsane teknik direktörlerin sizin gençliğinizde nasıl efsane birer futbolcu olduğunu anlatırken bulursanız, üzülerek artık yaşlandığınızı fark edersiniz.

         İşte Ryan Giggs, bu hikayede, bir çok erkeğin hayatında yeni bir sayfa açmasına neden olacak bir misyonun adamı. onun futbolu bıraktığı gün 80'lerin sonu 90'ların başında dünyaya gelen (ve içinde benim de bulunduğum) bir neslin çocukluğu resmen sona erecek, bir başka nesil aynı gece bir yandan Ryan Giggs'in jübilesini izleyip bir yandan küçük çocuğunun altını değiştirirken o ateşli gençlik günlerinin bittiğini üzülerek fark edecek. Bir başka nesil ise kendileri olgunluk çağlarını yaşarken genç yetenek olarak çıkan bu adamın kendilerinden en az 40 yaş küçük delikanlıların sırtında futbolu bırakmasını buğulu gözlüklerinin altından izleyecek. Ve o geceden itibaren bir çok erkek hayata farklı bir gözle bakmaya başlayacak.


         Sokakta futbol oynayarak büyüyen son neslin, sokaklarda isimlerini yankıladığı kahraman futbolcuların son temsilcisi Ryan Giggs. Ve o futbolu bıraktığı gün, erkek nesli için hayat ve futbol bambaşka bir pencerede yaşanıyor ve izleniyor hale gelecek.

26 Ekim 2010 Salı

Saygılar..


Şu güzel fotoğrafın altına yazacak bir yorum bulamadım. Fotoğraf ve efsaneler zaten kendini anlatıyor. 

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Futbolla arası çok da iyi olmayan bir adamın Dünya Kupası notları

- Her durumda kazanabilen Almanya'nın en pozitif futbolu oynadığı turnuvada elenmesi mi yoksa Total Futbolla hep elenen Hollanda'nın Kontrollü Total Futbolla finale çıkması mı futbolun adaletsizliğini daha iyi gösteriyor ?
- Sanırım 2010'un en önemli olaylarından biri de "Avrupa dışındaki turnuvalarda kupa alamayan Avrupa Takımı"  geyiğini bitirmesi oldu.
- Vuvuzela, Ömer Üründül ve Jabulani konularına hiç girmiyorum zira gerek bloglarda gerek sözlüklerde yeterince işlendi. Futbol enteresan...
- "Xaviesta" kelimesini üreten spor yazarı kadar bunun kaynağı olan tarihin en iyi ikililerinden biri Xavi-İniesta da futbol tarihine adlarını  (tabi ki yanyana) yazdırdılar.
- Futbol dünyasının en cenabet adamlarından birini (evet Türk vatandaşlığına geçti diye askerliğe çağırılan Kingson'dan bahsediyorum.) kadrosunda bulunduran bir takımın şansının yaver gitmesini beklemek nasıl bir gaflettir ?
- O değil de "El Diego"ya yazık oldu.
- Puyol'u seviyorum. Hem Real Madrid tribünlerine karşı Katalan Bayrağını öpen Puyol'u, hem de İspanya'yı finale çıkaran Puyol'u...
- Artık bu kupayı kim kazanırsa kazansın kupanın yıldızı Johann Cruyff olmuştur. Barcelona'dayken temellerini attığı takımın oluşturduğu bir İspanya Milli Takımı ve Cruyff'un Hollandası final oynuyorsa daha ne denir ki
- Dünya Kupası kıtalar yarışında son durum Avrupa: 10 - 9 Güney Amerika
- ve son olarak ...  ben Hollanda'nın Dünya Kupası alma ihtimalini seviyorum...

NOT: Bu post final maçı oynanmadan, fakat kupanın Avrupa'da kalacağı kesinleştikten sonra yazılmıştır. Final maçından sonra gerekirse 1-2 edit ve ekleme yapılabilir.

7 Haziran 2010 Pazartesi

25 Mayıs 2010 Salı

Şimdi Ne Yapıyorlar ? : Euro 96 Türkiye Kadrosu

.

"Önemli olan katılmaktı." diyebileceğimiz ilk ve tek turnuvaydı sanırım Euro 96. Sıfır puan alarak grup ve turnuva sonuncusu olmamıza rağmen katıldığımız ilk Avrupa Şampiyonası olması itibariyle daima hatırlayacağımız bir organizasyon sanırım. Bunun dışında Türk futbolunun son 15 yılına futbolcu veya teknik direktör olarak damga vuran futbolcuları içinde bulundurması, Galatasaray'la UEFA Kupası'na ve milli takımla dünya 3.lüğüne giden yolun temellerinin atılması, ve tabi ki Fatih Terim'in bütün kamuoyu tarafından tanınması itibariyle futbol tarihimizde daima ayrı bir yeri olacaktır - ki o kadrodan çıkan bir çok futbolcu bugün Türk futbolunu yönlendiren isimler olmuşlardır.

Peki ilk defa Avrupa Şampiyonası'na katılıp sıfır puanla dönen o kadrodaki isimler şimdi ne yapıyorlar?


1. Adnan Erkan ( Mersin İdmanyurdu'nda futbolu bıraktıktan sonra bir dönem kaleci antrenörlüğü yaptı. Şimdi memleketi Denizli'de mobilya fabrikası sahibi)

2. Recep Çetin (Nam-ı diğer takoz Recep, 2006 yılına kadar Beşiktaş altyapısında antrenörlük yaptıktan sonra iş hayatına girmiş, sonrası hakkında pek bilgi yok)

3. Alpay Özalan (futbolu FC Köln'de bıraktı, şu an Siirt JetpaSpor'da yönetici)

4. Vedat İnceefe (2. ligde oynarken bu turnuva sayesinde Türkiye'de tanınan ve Galatasaray'a transfer olan Vedat İnceefe, çeşitli gazete ve TV kanallarında yorumculuk yapıyor.)

5. Tugay Kerimoğlu (Geçen sene Blackburn Rovers'ta futbolu bırakıp kısa bir süre bu kulübün altyapısında çalıştıktan sonra Galatasaray Altyapısının başına geçti)

6. Ertuğrul Sağlam ( Bursaspor teknik direktörü, 28 yıl aradan sonra bir Anadolu takımını şampiyon yaparak tarihe geçti, sanırım şu an en iyi durumda olanları)

7. Hami Mandıralı ( Ümit Milli takım teknik direktörlüğü yaparken Fatih Terim'in gidişiyle onun da görevine son verildi, şimdilik boşta)

8. Ogün Temizkanoğlu (U-18 milli takım teknik direktörüyken başarılı bir tablo çizememesi üzerine Fatih Terim sonrası onunla da yollar ayırıldı, şimdi ne yaptığı konusunda bir bilgi bulamadım, sanırım o da boşta)

9. Hakan Şükür (2008 yılında futbolu bıraktıktan sonra yorumculuğa başladı, şu an TRT 1'deki "Stadyum" isimli programda yorumculuk yapıyor.)

10. Oğuz Çetin ( A Milli Takım'da Guus Hiddink'in yardımcısı)

11. Orhan Çıkırıkçı ( Hakkında son bilgi 2007'de Manisaspor'da Giray Bulak'ın yardımcısıymış, şimdi de muhtemelen bir Anadolu takımında antrenörlük yapıyordur.)

12. Faruk Yiğit ( Memleketi Yalova'nın Orhangazi ilçesinde yaşıyor, Orhangazi Gençlerbirliği teknik direktörü)

13. Rahim Zafer ( Sezona Kahramanmaraşspor Teknik direktörü olarak başladı ancak sezon içinde görevine son verildi, şimdilik boşta)

14. Saffet Sancaklı ( TMSF ihalesinden İstanbulspor'u satın aldı ancak bir süre sonra başkasına devretti, şimdi çeşitli kanallarda yorumculuk yapıyor.)

15. Tayfun Korkut ( Almanya'nın Hoffenheim takımında 18 yaş altı takımının antrenörü

16. Sergen Yalçın ( NTV Spor kanalı ve Vatan gazetesinde yorumculuk ve spor yazarlığı yapıyor)

17. Abdullah Ercan ( U-17 Milli Takımı teknik direktörü, gelecek vaat eden antrenörlerden biri olarak gösteriliyor.)

18. Arif Erdem (İstanbul Büyükşehir Belediyespor takımında Teknik direktör Abdullah Avcı'nın yardımcılığını yapıyor.)

19. Tolunay Kafkas (3 senedir Kayserispor teknik direktörüydü, Kayserispor'la 1 Türkiye Kupası kazandı, bu sezon sonu sözleşmesinin bitmesiyle Kayserispor'dan ayrıldı.)

20. Bülent Korkmaz ( Azerbaycan'ın Bakü takımında Teknik direktörken sezon ortasında takımdan ayrıldı, şimdilik boşta, zaman zaman çeşitli TV kanalları ve gazetelerde yorumculuk yapıyor.)

21. Şanver Göymen ( Çeşitli kulüplerde kaleci antrenörlüğü ve teknik direktörlük yaptıktan sonra iş hayatına adım attı, Şimdi memleketi İzmir'de bir emlak- gayrimenkul şirketi sahibi [Libero Gayrimenkul])

22. Rüştü Reçber (Aralarında hala aktif futbol oynayan tek isim, Beşiktaş ve milli takımın kalesini koruyor, en çok milli takım forması giyen futbolcu ünvanına sahip (118 maç) )

ve tabii ki ;

Teknik Direktör;

Fatih Terim ( 2005-2010 arası milli takım teknik direktörlüğü yaptı, milli takımı 2010 Dünya Kupası'na götürememesi üzerine görevinden ayrıldı, şimdilik boşta ve teklifleri değerlendiriyor.)


Yaptığım bu ufak araştırmada en çok faydalandığım kaynaklar olan Wikipedia ve "Kutsal Bilgi Kaynağı" Ekşisözlük'e özel teşekkürler...



17 Mayıs 2010 Pazartesi

Adam gibi Adam...

.
.


Mutluluk gözyaşları hiç bu kadar anlamlı akmamıştır...


Hangisinden bahsetmeli ?

4 yıl önce bugün ligden düşme maçı oynayan Bursaspor'un bugün şampiyonluk maçı oynamasından mı? - Üstelik bunu kendisinin 4 sene önce küme düşmesine sebep olan Beşiktaş'a karşı oynamasından mı?

Geçtiğimiz sene "Şampiyonluk için vizyonu yetersiz" denilerek Beşiktaş'tan kovulan Ertuğrul Sağlam'ın Beşiktaş'ı yenerek şampiyon olmasından mı?

Yoksa yıllar önce Beşiktaş'ta futbolcuyken kendisini geriye çeken Christoph Daum'a , bu akşam Ertuğrul Sağlam'ın teknik direktörlük dersi vermesinden mi?

28 sene önce 3 büyükler hegemonyasını yıkan Trabzonspor'un bu devrimin 2. kez gerçekleşmesindeki katkılarından mı ? (ki Trabzonspor için Anadolu'dan bir şampiyon daha çıkmasının aslında ne kadar kötü bir durum olduğunun farkındasınızdır sanırım)

Türk futbol tarihindeki en iyi kalecilerden biri olan Şenol Güneş'in futbolumuza kazandırdığı "Onur Recep Kıvrak" gerçeğinden mi?

Veya Volkan Demirel'in "en uzun süre gol yememe" rekorunu Şenol Güneş'in elinden almasını yine Şenol Güneş'in takımının engellemesinden mi?

Yahut Şenol Güneş'in 1996'nın intikamını Fenerbahçe'den çok ağır bir şekilde almasından mı?

Fenerbahçe'nin 2. kez son haftaya lider girip şampiyonluğu kaptırmasından mı?

Yoksa Christoph Daum'un 2'si Fenerbahçe'nin başında olmak üzere 3. kez son haftada şampiyonluğu kaptırmasından mı?

Anonsçunun rezaleti sayesinde Fenerbahçe'nin tarihinde ikinci kez şampiyon olmadan şampiyonluk kutlaması yapmasından mı ?



Ne olursa olsun bu olay herşeyden önce "Anadolu takımlarını şampiyon yapmazlar" geyiğini yok etmesi yönünden bile bir devrimdir. Eğer çalışırlarsa şampiyon olabileceklerini gören Anadolu takımları için artık her şey daha farklı olacaktır. Ve emin olun bugüne kadar memleketlerinin takımına üç büyüklerin yanında çerez muamelesi yapan taraftarların bile takımlarına bakışlarını değiştirecektir.

5 Şampiyonlu, 3 Türkiye şampiyonu teknik direktörlü, 1 ŞL şampiyonu teknik direktörlü, 321 milyon dolarlık ligimizin bundan sonra adı gibi daha "süper" olması ümidiyle...

NOT : Son günlerde basında çıkan "Rijkaard gidiyor, Terim geliyor" haberleriyle ilgili olarak şu an tek söyleyebileceğim şey Rijkaard kendi isteği dışında gider, üstüne yerine Fatih Terim getirilirse, herşeye rağmen üzerimde gururla taşıdığım Galatasaray formamı dolabımın derinliklerine kaldıracağımdır.

.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Tarihi Ayarlar - 1


Maç için Barcelona kafilesi ile birlikte Türkiye'ye gelen Barcelona sportif direktörü ve yaşayan efsane Johann Cruyff'a basın toplantısında Türk basın mensupları sorar:
- Türk oyuncular arasında Avrupa'da oynayabilecek bir oyuncu gördünüz mü ?

Ve Sarı fare bütün Avrupa özentilerine beklenmeyen bir ayar verir :

- Türkiye'nin Avrupa olduğunu zannediyordum.

Çok yaşa Cruyff !!

2 Mayıs 2010 Pazar

Mutluluğun Fotoğrafı : BORDOOOOOO !!!!


Tarihe not düşülsün: 2 Mayıs 2010 Pazar günü Bandırmaspor şampiyonluğunu ilan ederken Kurupilav İstanbul'da, üzerinde Bandırmaspor forması "Şimdi Bandırma'da olmak vardı beyaaa!!" diye hayıflanmaktaydı. Herşey için Teşekkürler Şampiyon !!

18 Nisan 2010 Pazar

Aussie

Eğer bir gün cinsel tercihlerimi değiştirecek olursam, sebebi bu iki adamdır.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Her gün 1 yeni apaçi

Madem son dönemde Facebook'ta "Her gün 1 yeni apaçi" grubu çok popüler oldu, ben de modaya uyayım dedim ve bugün blogda tanıdığım en apaçi insanı sizinle tanıştırmak istedim.

Evet aşağıda fotoğrafını gördüğünüz apaçi Almancı bir ailenin çocuğu olarak, Almanya'da dünyaya gelmiş. Çocukluğu her apaçi gibi sokaklarda futbol oynayarak geçerken bir gün muhtemelen bir antrenör, bundaki futbol yeteneğini keşfetmiş (evet bir ara hatırlatın birlikte "yetenek" kelimesinin tanımını yapalım.) Ve sonrasında kendini profesyonel takımlarda futbol oynarken bulmuş. Tabi kendisi doğuştan apaçi olduğu için hiçbir zaman profesyonel olamamış.



Nasıl ki Almanya'da tutunamayan her gurbetçi şarkıcı Türkiye'ye gelip albüm yapıyorsa, bu apaçi de Almanya futbolu onun apaçiliğini kaldıramadığından olsa gerek Türkiye'nin yolunu tutmuş. Biraz yetenek(evet yetenek...yine o kelime...) biraz da şansının yardımıyla Galatasaray'da forma giymeye başlamış. Evet zaman zaman takıma katkısı da olmuş. Ama genellikle takıma 1 katkı yaptıysa 10 zarar vermiş. Bununla birlikte gerek kendi adına açtığı internet sitesinde yazdığı yazılarla(bir de yazıyor bu adam), gerek eklediği resimlerle kendinin aslında ne kadar büyük ve iyi bir futbolcu olduğunu anlatmış daima. Fakat bu siteye bakanların tek gördüğü aslında bu kişinin ne kadar apaçi olduğuymuş.


Neyse, yazıyı uzatmadan esas konuya, bu arkadaşı neden günün apaçisi seçtiğimize gelelim. Barış Özbek, bugün oynanan Sivasspor- Galatasaray maçında Galatasaray'ın tek golünü atarak takımına katkı sağladı. Fakat bu katkı kendisine çok gelmiş olmalı ki hem takımına zarar vermek, hem de aynı anda birisinin futbol hayatını bitirip bir taşla iki kuş vurmak amacıyla o an top ayağında olan Sivassporlu Kadir'e resmen kasıtlı olarak tekmeyle daldı ve Kadir'in kaval kemiğini yardı. Sonrasında kendisi kırmızı kartla oyundan atıldı ama atılırken bile sahayı karıştırmayı başardı. Gelen haberlere göre Kadir'in bacağına dikiş atılmış ve pek bir şey yokmuş. Barış ise bu pozisyondan dolayı en az 3 maç ceza alır, sonrasında da bir daha Galatasaray forması giyemeyeceği muhakkak. Dolayısıyla rakibinin futbol hayatını bitirmek isterken biten kendi futbol hayatı oldu. Hayatının en büyük şanslarından birini gerizekalılığı ve apaçiliği yüzünden harcadı.

Yazımın sonuna gelirken Barış'a "Umarım sezon sonunda hayatımızdan sonsuza kadar çıkarsın, sen sadece Galatasaray'ı değil, futbol oynamayı bile haketmiyorsun, lütfen geldiğin yere geri dön" diyorum ve günün apaçisine Ulu Önder Atatürk'ün şu sözünü armağan ediyorum : "Ben, sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim."

20 Mart 2010 Cumartesi

Aritmetik iyi kuşlar Pekiyi : Haftasonundan Kalanlar...

Arada bir sınavı, YGS'yi LYS'yi filan boşverip, dershanede sabahçı olmanın nimetlerinden faydalanıp öğleden sonra gezmek, kafayı dağıtmak, stres atmak... gerçekten özlemişim.... Bugün dershaneden çıkınca önce Taksim'e gittim ve ne zamandır gezmek istediğim "Only A Game ?" adlı, UEFA ve TFF tarafından ortak düzenlenen sergiyi dolaştım."UEFA kurulduktan birkaç sene sonra UEFA'yı kuran aynı ülkelerin Avrupa Birliği'nin temellerini atması tesadüf mü? Avrupa medeniyeti gelişmesini ve bütünleşmesini futbola borçlu" temasıyla hazırlanan sergide Son Kupa Galipleri Kupası, Avrupa Futbol Şampiyonası Kupası, efsane futbolcular ve formaları, efsane maçlar, efsane taraftarlar ve marşları (ve tabii ki favorim You'll Never Walk Alone)... bulunuyor. Her futbolseverin mutlaka gezmesi gereken serginin giriş ücreti ise sadece 2.5 TL...

Oradan çıktıktan sonra İstiklal Caddesi'nin kalabalığında kendimi kaybederek dükkan dükkan dolaştım, Film Festivali kitapçığı aldım ve YGS'ye girmeme fikri bir kere daha nüksetti, bu fikrin panzehiri ise Koska'dan alınan bir bardak sıcak helva oldu. Tabii ki öncesinde yenen Kızılkayalar'dan 3 ıslak hamburgeri de unutmamak gerek... Kırmızı etin ve tatlının insanın stresini aldığını söylerlerdi de bu kadar olduğunu bilmezdim :)

Günün sürprizini yapan ise Yapı Kredi Yayınları oldu. Sadece son çıkan kitaplara bakmak için girdiğim yayınevinde "Ayın Yazarı : Cemal Süreya - Tüm kitapları % 25 indirimli" afişini görünce dayanamadım ve elimde olmayan 2 Cemal Süreya kitabını daha aldım. Elimde olmayan Cemal Süreya kitapları olarak ise "Şapkam Dolu Çiçekle" , "Günübirlik" ve çocuklar için yazdığı "Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi" kitapları kaldı(Hani doğumgünüm de yaklaşıyor diye dedim :)). "Bilsem yanıma biraz daha para alırdım" diye pişman olmadım değil. Yine de şu an elimde yaz için okunmaya hazır 2 Cemal Süreya kitabı olması bile muhteşem bir şey...

Sonrasında ise Karaköy'den güzel bir vapur yolculuğu, bütün stresten yorgunluktan arınmış bir şekilde eve geliş ve yol yorgunluğunun atılmasına yardım eden bir bira... Bundan daha güzel bir gün olamazdı. Her ne kadar yarın erken kalkmak zorunda olsam da...

NOT : Bu yazı uykulu ve hafif alkollü bir halde yazıldığından hiçbir anlatım bozukluğu ve cümle yanlışlığının sorumluluğu kabul edilmemektedir. Eğer daha sonra yazarın eli değerse onları düzeltmeyi taahhüt eder.

NOT 2 : Bob Dylan İstanbul Konseri'nin 31 Mayıs 2010'da olacağı kesinleşmiş, sınava yakın gidip eğlenmekte bir sakınca olmadığına göre eğer konsere gitmek isteyen varsa benimle irtibata geçsin zira ben o akşam orada olacağım :)

NOT 3 : Bu not da Blogda ona selam söylememi isteyen Cem Aslan'a gelsin... O da benim gibi Pazar tatili olmayanlardan... Biralar için özellikle teşekkürler :)

17 Mart 2010 Çarşamba

1974 Hollanda Rüyası

Blogda futbolla ilgili yazmamaya özen gösteriyorum fakat futbolun da hayatın bir parçası olduğunu düşünürsek ara sıra değinmekte de bir sakınca olmadığını düşünüyorum. 2 ay önce fourfourtwo dergisinde 1974 Dünya Kupası'nın efsane Hollanda Milli Takımı ile ilgili nefis bir yazı kaleme alan Ali Ece (ki kesinlikle en severek takip ettiğim futbol yazarlarından biridir) bugün gördüğüm kadarıyla bu yazısını aynen kendi blogunda da yayınlamış. Bütün yazıyı buraya almam mümkün değil ama ister futbolsever olun ister futbolu takip bile etmeyin aşağıda linkini verdiğim bu yazıyı mutlaka okuyun, okuyun ki neden "futbol hayata benzer" demişler, insan futbol izleyerek hayatla ilgili nasıl çıkarımlar yapabilir, bir futbol maçı insanın hayata bakışını nasıl değiştirebilir ve Johann Cruyff neden bu kadar efsane bir futbolcu görün. Şimdiden iyi okumalar :)

http://aliece.blogspot.com/2010/03/tum-dunyanin-sampiyonu-hollanda-1974.html

31 Ocak 2010 Pazar

Yetmez Yıldırım Demirören


Galatasaraylıyım ama Özhan Canaydın'ın 3. kez başkan seçilmesine tanık olduğum için şu an Beşiktaşlı kardeşlerimin neler hissettiğini çok iyi anlayabiliyorum. Ne diyeyim, Allah kurtarsın. Son aldığım habere göre Gaziantepspor taraftarları sokaklara çıkmış Demirören'in 3. başkanlık dönemini kutlamaya başlamışlar...