siyaset etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
siyaset etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Biz Hayır Diyoruz!


      Normalde sosyal medyadan kitap tavsiyesi verme adetim yoktur ama bu adeti bozmaya değer bir kitap bu.

      “Biz Hayır Diyoruz” Metis tarafından yayınlanan bir Eduardo Galeano yazıları seçkisi. Benimse okuduğum ilk Eduardo Galeano kitabı. Bundan sonra da son olmayacağına eminim. Seçkidekilerin bazıları Eduardo Galeano’nun bütün dünyada yankı uyandıran ve tartışılan yazıları iken, bazı yazılar Güney Amerika ülkeleri ile Türkiye arasındaki benzerlikleri ortaya koymak için editörler tarafından özel olarak belirlenmiş. Kimi yazılarını ise (özellikle 2000’lerden sonra yazılanlar) bizzat Eduardo Galeano Türkiyeli okurlara özel olarak seçmiş.

      Bu yazılarında Galeano kimi zaman kendisiyle yüzleşirken, kimi zaman yazarın görevinin ne olduğunu ve topluma karşı sorumluluğunu sorguluyor: Siyasi baskı sebebiyle düşüncelerini özgürce ifade edemeyen veya hapse gönderilmiş bir yazarın durumunun da bir nevi sürgün olup olmadığı fikrini akıllara düşürüyor, “karın tokluğuna yaşamaya çalışan insanların ülkesinde, kitapların bu kişilerin alım gücünü aşması da sansürün ve ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının bir başka çeşidi değil midir?” sorusunu çarpıyor yüzümüze.

      Bunun dışında bazen Zidane’ın 2006 Dünya Kupası finalindeki sansasyonel hareketi üzerinden futbol-küreselleşme ve ırkçılık ilişkisini, bazense ünlü fotoğrafçı Sebastiao Salgado’nun eserleri üzerinden Üçüncü Dünya ülkelerindeki açlığı ve Batı Dünyası’nın buna karşı olan körlüğü ve iletişimsizliğini, hatta daha da ileri giderek bundaki payını inceliyor.

      Ve tabi ki Güney Amerika yerlileri. Galeano en çok da Avrupalılar tarafından bu topraklardaki kökleri 10000-15000 sene önceki Maya uygarlıklarına dayanan insanlara yapılan planlı zulüm ve onların yıllarca görmezden gelinmesini – ve zaman zaman hala da görmezden gelinmelerini - taşıyor yazılarına. Dünyanın geri kalanına ilkel ve barbar olarak yansıtılan bu insanların aslında 1500’lü yıllarda topraklarını işgal eden Avrupalılardan ne kadar da daha aydın fikirli olduklarını gösteriyor. Katolik düşünce yapısı kendi kültürünü empoze edene kadar eşcinselliğin Amerika topraklarında normal görülüşünü, gelip de kendi kültürlerini anlatan bir Avrupalı’ya “Peki siz krallarınızı neye göre seçiyorsunuz?” diye soran – kadınlar ve erkekler tarafından birlikte seçilmiş – bir kabile reisini ve kabilelerin birbirleriyle savaşa giriştiği bir dönemde bu savaşı bitirene kadar cinsellik grevi yaparak erkekleri barışın yoluna getiren cesur yerli kadınları, anneleri anlatıyor bize. Ve resmi tarihin yazmamasına rağmen toprak reformunu yapan ilk ülkenin Uruguay, köleliği kaldıran ilk ülkenin Haiti olduğunu, fakat şimdi bu Haiti halkının ülkelerinde çıka(rıla)n iç savaş yüzünden nasıl da başka coğrafyalara kaçmak zorunda kaldığını söylüyor bize. Bu noktada ülkesindeki iç savaştan kaçarken Karayip Denizi’nde boğulan Haitililer ile Ege Denizi’nde boğulan Suriyeliler’in kaderleri arasında ilişki kurup ders çıkarmak ve bu benzer senaryonun ortak aktörlerini sorgulamak da biz okurlara düşüyor.

      Bu kitap sayesinde yaşanılan coğrafya değişse de, Güney Amerika’ya da baksak Ortadoğu’ya da baksak “gelişmekte olan” ülkelerin kaderlerinin pek de değişmediğini görüyor; ve tıpkı Galeano gibi biz de “Batı Dünyası”nın bizi razı etmeye çalıştığı korku imparatorluklarına, hala devam eden sömürgeci anlayışa, demokrasi görünümlü diktatörlüklere, paranın ve savaşın özgürlüğüne-övülmesine hayır diyerek bir kere daha insan onuruna, barışa, gerçek demokrasiye ve sanatın ve aşkın gücüne evet diyoruz. Aynı zamanda bu eser sayesinde Eduardo Galeano’nun neden “Dünya’nın vicdanı”* olarak nitelendirildiğini de bir kere daha anlama şansı yakalamak mümkün oluyor.

      Ben gerçekten -ilk defa blogdan bir kitap tavsiye edecek kadar – beğendim ve etkilendim. Sizin de okumanızı tavsiye ediyor ve beğeneceğinizi umuyorum.

      Şimdiden keyifli okumalar. 


*: Eduardo Galeano için "Dünya'nın vicdanı" tanımlaması John Berger'a aittir.

24 Mayıs 2016 Salı

Şah ve Padişah

"şirler pençe-i kahrımda olurken lerzân.
beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek."

        Şiirin tam kimin tarafından yazıldığı kesin değil ama Selimî mahlasıyla yazan Yavuz Sultan Selim’e ait olduğuna dair rivayetler daha fazla. Kaldı ki sözlerine bakınca da insan bu dizeleri yazmak ancak oldukça kudret sahibi ve acımasızlığıyla bilinen birine yakışırdı diye düşünüyor. Pençe-i kahrında lerzan olan şirlerle (pençesinin korkusundan titreyen aslanlarla) övünen bir adamın “Şirpençe” adlı bir hastalıktan muzdarip olarak hayatını kaybetmesi ise olsa olsa Tanrı’nın kelime oyunlu bir ince esprisi olsa gerek. Buna da Cemal Süreya “Yazgıcı Şiir”inde şu dizelerle değinmiş:


“Nasıl anımsamazsın Yavuz Sultan Selim'i,
Yabanıl bir beğeni arardı zulumlarda;
Övünürdü şirlerle, pençe-i kahrındaki.
- Ama sonunda parça parça
Şir-pençeden gittiydi.”


        Selimî’nin Mercidabık zaferi dönüşü kaldığı bir evde âşık olduğu Türkmen kızının ölümünün ardından yazdığı rivayet olunan bu şiirini yaklaşık 450-500 yıl sonra besteleyen ise Cem Karaca olmuş. İnsanın tüylerini ürperten bir beste ortaya çıkaran ve dinlerken hem şairin gücünü hem de aşk karşısındaki güçsüzlüğünü notalarla gayet iyi göstermeyi başaran Cem Karaca’nın da aynı zamanda en az Tanrı kadar iyi bir ironi anlayışına sahip olduğunu görüyoruz. Zira şarkının hızlandığı kısımlarda okuduğu bir şiir var ki, o şiir de aynı dönemlerde Hatayî mahlasıyla yazan bir halk şairi ve aynı zamanda devlet adamına ait. Evet, bu devlet adamı da Selim’in hayattaki en büyük düşmanı Şah İsmail’den başkası değil. Yaşarlarken bir araya gelmeleri bile düşünülemeyecek bu iki hükümdar 500 yıl sonra aynı beste ile bir araya gelirken anlattıkları şey ise üzerinden 500 yıl geçse bile değişmeyen bir gerçeklik olmuş: İnsanın aşk karşısındaki güçsüzlüğü. İki şiirde bahsedilen aşkın farklı türleri bile olsa aşk ve onun gücü hep aynı değil mi herkes için? O halde buyurun şarkıyı bir de hikayesini okuduktan sonra dinleyin:



        Şarkının aynı zamanda siyasi bir yönü de var tabi. Cem Karaca bu şarkıyı yaparken Şah İsmail’in Türkçe şiirler yazarken İranlı diye anılmasındaki, Selim’in ise Türk diye anılırken yazdığı şiirlerin Farsça olmasındaki ironiyi göstermek istediğini söylüyor. Gelgelelim bu mesajı alabilmek de ancak okullarda anlatılan resmi tarihin ötesine geçebilmekle ve meselenin arkasındaki dini ve etnik temelleri öğrenmekle mümkün. Zaten hayatta çoğu iyi şeyi kavramak ancak okulda anlatılanların dışına çıkabilmekle olabiliyor. Bu güzel eser de sadece bunu tekrar yüzümüze vuran ve bize yol gösteren ufak bir örnek. Aşkın gücünden ve insanı güçsüz bırakışından sonra verdiği ikinci ders de bu diyebiliriz bu durumda.

16 Mayıs 2013 Perşembe

Bir Futbolseverin Özeleştirisi..

      14 Mayıs 2006.. Şüphesiz ki 21 yıllık hayatımda gördüğüm 11 Galatasaray şampiyonluğundan en heyecanlı, en anlamlı ve en unutulmaz olanının tarihi. Maddi sıkıntılarla, yönetim krizleriyle geçen bir "Aslanlar çekler ödenir hakkınız ödenmez" sezonunun ardından, parasını alamamasına rağmen sesini çıkarmayıp sonuna kadar mücadele eden güzel adamların sonunda hak ettiği şampiyonluğu, hem de asra bedel, unutulmaz bir 16 dakika sonunda aldığı şampiyonluğun tarihi. Daha 15 yaşında olmama rağmen, hayatımda ilk ve son defa kalp krizinden gitme ihtimalimi hissettiğim dakikaların yaşandığı gün.

      Takip eden 2 yılda ise futbolla arama biraz mesafe koyduğum söylenebilir. Gerek 14 Mayıs 2006 benzeri bir heyecanı ikinci defa yaşarsam bu sefer kalbimin dayanamamasından korkmak, gerekse yatılı okula gelmem ve maçları izleme fırsatını pek bulamamamdan dolayı 2 yıl kadar futbolu sadece skor olarak takip etmiştim. (zaten benim için her zaman "Futbol = Galatasaray"dı. Galatasaray maçları dışında sadece Dünya Kupası ve Şampiyonlar Ligi Finali, El Clasico gibi büyük maçları izlerim sadece.). Futbolu neden sevdiğimi hatırlatan ve biraz olsun tekrar izlemeye başlamamı sağlayan milli takım ve Euro 2008'de elde ettiği sürreel başarı öyküsü olmuştu. Fakat kesin dönüşümün, yine 21 yıllık hayatımda izlediğim en başarısız Galatasaray sezonu olan 2010-2011 olduğu söylenebilir. Bunun da sebeplerinden biri bizi bunca sene mutlu eden takımımı en kötü gününde yalnız bırakıp vefasızlık yapmak istememek, biri de o sezonki tüm başarısızlıklara rağmen emektar Ali Sami Yen'e veda edecek olmanın hüznü ve yeni stadın heyecanıydı. ( Hayatımda stadyumda izlediğim ilk Galatasaray maçının da Rijkaard'ın kovulduğu 2-4'lük talihsiz Ankaragücü maçı olduğunu buraya not düşelim. Pek hatırlanası bir maç olmamasına rağmen bileti hala çekmecemde durur.) O seneki kötü gidişata rağmen yeni stat hevesiyle 1.5 yıllık kombine almış, yarım sezonluk çektiğimiz kahrın ödülünü ise sonraki 1 sezonda her anına şahit olduğumuz, benim "yeniden doğuş sezonu" olarak adlandırmak istediğim, 2005-2006'dan sonraki en değerli, ama belki ondan daha coşkulu olan 2011-2012 şampiyonluğu ile almıştık. Tabi bu sırada ruh halim de "bizi hep mutlu eden takımımızı zor gününde yalnız bırakmayalım"dan "ulan bunca zaman cefasını çektik, biraz da sefasını sürelim!"e dönmüş, ve onun heyecanıyla kombinemi 1 sene daha uzatmıştım.

      Bu sezon ise üst üste gelen 2. şampiyonluğa rağmen lig maçlarının geçtiğimiz sezon kadar heyecan vermediğini itiraf etmeliyim. Ama tabi ki sahada sarı-kırmızı olduğu sürece en amaçsız maç bile benim tribünde hop oturup hop kalkmamı, ses tellerimi orada bırakmadan çıkmamamı sağlayabiliyor. Kaldı ki, öncelik olarak Avrupa diyen, şu pisliklerle dolu ligi ise sadece Avrupa'ya gitmemizi sağlayan bir araç olarak gören biri olarak Şampiyonlar Ligi maçları ve başarısı da bana istediğim hazzı verdi. Dolayısıyla şu son haftaya kadar her şey harikaydı. Peki son hafta ne oldu?

      Geçtiğimiz hafta oynanan Fenerbahçe maçı sanırım Galatasaray'dan değil ama zaten daha önce soğuduğum Türk Futbolundan iyice tiksinmemi sağladı. Belki şampiyonluğumuzu da garantilemenin verdiği rahatlıkla ilk defa bir Fenerbahçe maçını bu kadar stressiz izleyebilmek, belki de bu maçta iyice ayyuka çıkan olaylar futbolumuzun içine battığı pisliği daha da geniş bir açıdan inceleme fırsatı verdi. Yooo, kesinlikle "Emre şunu dedi, Sabri ona bunu yaptı, Volkan da ona karşılık böyle davrandı" muhabbetlerine girmeyeceğim. Zira aslına bakarsak, hiçbirimizin birbirimizden bir farkı yok ve eğer bugün bu maç yüzünden birinin hayatını kaybetmesinden bahsediyorsak bunda en başta gerginlik=reyting mentalitesi ile hareket eden yayıncı kuruluş ve basın, hatalarını örtbas etmek için taraftarı kışkırtacak demeçler veren yöneticiler ve özellikle 1980'lerden itibaren halkı apolitikleştirmek için futbolu bilinçli olarak sürekli gündemde tutan politik anlayış olmak üzere, bazen bilerek bazen bilmeden bu oyunlara gelen hepimizin kabahati var. Gözleri tuttuğu takımın renkleri dışında renk görmez olmuş, ortada bir can ve ırkçılık gibi dünyadaki en aşağılık suçlardan biri sözkonusu olmasına rağmen olaya hala "Katil Galatasaray taraftarı vs. Irkçı Fenerbahçe taraftarı" diye bakan, en basit tabirle cahil zihniyetin, sırf kendi renklerinden biri yaptığı için ırkçılığı ve cinayeti meşru göstermeye çalışan düşünce yapısının kabahati var, ve bu düşünce yapısı bu olaylardan ders çıkarmak yerine, çareyi hala ortamı germekte, nefret tohumları atmakta görüyor, belki de işine öyle geliyor.

      Bu noktada şahsi olarak da özeleştiri yapmalıyım. Sezon içinde zaman zaman bu tuzaklara benim de düştüğüm mutlaka olabiliyordur. Belki olayların anlık heyecanıyla fazla tarafsız bakamamanın - neticede taraftarız hepimiz -, belki zaman zaman kapıldığımız "biz bu ülkenin okumuş kesimine mensubuz, bu sorunların çözümünü sağlamak en çok da bizim elimizde" kibrinin gözümüzü kör etmesi buna sebebiyet veriyor. Lakin bu son hafta olan olaylar benim sıradan bir taraftar olarak şapkamı önüme koymamı ve kendimi, içinde bulunduğum toplumu, halkı birleştirmesi gereken sporun nasıl da halkımızı ayrıştırmaya başladığını, bunun birilerinin nasıl da işine geldiğini sorgulamamı sağladı. Evet ben futbolu seviyorum, ama insanların yanyana maç izlediği, maçın heyecanıyla kendi futbolcusuna bağırıp çağırdığı ama sonra sakinleşip "abi sonuçta adam elinden geleni yapıyor, ama yeteneği bu kadar işte" dediği, Galatasaray yendikten sonra Fenerbahçeli arkadaşlarıma şaka yollu takılıp biraz kızdırabildiğim, tabi biz yenildiysek onların da bana takılabildiği, diğer taraftan efendi bir şekilde tebrik etmeyi de bildiğimiz, her şeye rağmen bunun bir spor ve eğlence olduğunu unutmadığımız futbolu seviyorum, insanların sırf üzerinde rakip takımın forması var diye birbirine saldırdığı, cinayet işlediği, normal zamanda barış timsali gibi davranan insanların söz konusu rakip futbolcu olunca her tür kötü eylemi, ırkçılığı bile meşru gördüğü futbolu değil.. Kulüplerin başında, nüfuzunu iş hayatındaki ilişkileri için merdiven olarak kullanan, iktidarını kaybetmemek için taraftarı yanlış yönlendirmekte, hatta kışkırtmakta beis görmeyen kulüp yöneticilerini değil, gerçekten sporun ruhunu kavramış, insanlığını kaybetmemiş yöneticileri görmek istiyorum. Futbolu halkı uyutmak ve dünya meselelerini sorgulamayan bir toplum yaratmak için kullanan, ülkenin bir yanında kan gövdeyi götürürken, diğer yanının her şeyden bihaber derbi tartışması yapmasını ellerini ovuşturarak izleyen politikacılar tarafından yönetilmemek istiyorum. Maçlar sırf daha çok decoder satabilmek için insanların ölümüne göz yuman, hatta buna sebebiyet veren bir yayıncı kuruluş tarafından yayınlanmasın; varsın marka değeri(!) daha düşük, ama daha temiz bir ligimiz olsun istiyorum. İnsanlarımız karşısındakinin de kendisi gibi insan olduğunu unutmasın, aralarındaki tek farkın çocukken sarının yanına koydukları kırmızı veya lacivertten ibaret olduğunu unutmasın istiyorum. Söyleyin gerçekten çok mu şey istiyorum?

      Gelecek sene kombinemi yeniler miyim? Şu an gerçekten bilmiyorum, belki son olaylardan sonra canım istemeyecek ve 2006'dan sonra yaptığım gibi bir süre (ama bu sefer daha tatsız bir sebepten ötürü) ara vereceğim, belki ben ara vermesem de maddi imkanlar almama izin vermeyecek. Ama gördüğünüz gibi son günlerde şapkamı önüme koydum ve kendime "Nereye gidiyoruz? Benim taraftar olarak bunda payım ne?" sorularını soruyorum. Umarım iş işten daha da geçmeden ülke olarak da şapkamızı önümüze koymayı başarabiliriz.

13 Kasım 2012 Salı

Olmasaydın Olmazlardı

      Kurtuluş Savaşı sonrası Ankara'da yeni Millet Meclisi binası inşaatı sona erer,  ancak o dönem ülke sınırları içinde kiremit bulunamadığı için çatı bir türlü tamamlanamaz. Bunun üzerine Mustafa Kemal Ankara'da yapı malzemeleri satan genç tüccar Koçzade Vehbi'ye bu durumu sordurtur. Koçzade Vehbi, kiremit işini halledeceğini söyleyerek TBMM'den hatırı sayılır bir avans alır. Bu avans ile Ankara'da kapı kapı dolaşarak evlerin çatılarındaki sağlam kiremitleri satın alır ve sonrasında da bunları TBMM'ye satar. 
      Böylece genç Vehbi hem ilk önemli parasını kazanır ve kendisini "Vehbi KOÇ" yapacak yolu açar, hem de bulduğu bu pratik ve girişimci çözümle Mustafa Kemal'in de gözüne girer. Bundan böyle Cumhuriyet dönemi boyunca devletin yapacağı tüm işler ve alımlarda Vehbi Bey ve onun şirketlerine öncelik verilecektir.





      Dolayısıyla Koç Grubu'nun 10 Kasım'da verdiği ve çok tartışılan o reklamın arka planında Türk milletinin var olma hikayesinden ziyade, sırtını cumhuriyet yönetimine dayayarak, maddi-manevi aldığı büyük devlet destekleriyle bugünkü konumuna ulaşmış olan bir ekonomik devin var olma hikayesi ve  o "dev"in, onun bugünkü  konumuna ulaşmasını sağlayan adamı anmak istemesi yatıyor. Aslında sosyal medyada çok tartışılan ve hatta sıklıkla övülen "Koç Ailesi'nin Atatürkçülüğü" de bundan ibaret.

1 Ekim 2012 Pazartesi

O Sırada Bir Yerlerde...



1980 öncesi Türk siyasetine damga vuran ve "Mahşerin dört atlısı" olarak anılan 4 siyasetçiden birinin cenazesi.. Cenazenin başında namaz kılan diğer 3 siyasi rakibi ve tabi ki halefi.. Siyaset yaptıkları süre boyunca asla birleşmeyi başaramayan bu 4 ismi hayatın kaçınılmaz tek gerçeği olan ölüm birleştiriyordu..

22 Aralık 2011 Perşembe

1915

      Geçmişle yüzleşmek ve hesaplaşmak, özellikle geçmişi karanlık olan toplumlar için her zaman zordur ve Türkiye'nin 1938 Dersim olaylarıyla başlayan tarihle hesaplaşma süreci yetersiz de olsa olumludur. Yeterli olabilmesi için hesaplaşmaya 1915'ten başlamak gerekmektedir.

Çünkü  "Bir hikaye anlatmamız gerekiyorsa eğer, 1915'ten başlamamız lazım."

1915'le yüzleşmekten kaçtığımız sürece daha nice 24 Nisan'da ABD Başkanı'nın iki dudağının arasına bakılır, Fransız malları boykot edilerek "milli gurur" kurtarılmaya çalışılır.





"Tabii ki atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kimileri "Katliam", kimileri "Soykırım", kimileri "Tehcir", kimileri de "Trajedi" diyor. Atalarım Anadolu diliyle "Kıyım" derdi... Ben ise "Yıkım" diyorum. Ve biliyorum ki eğer bu yıkımlar olmasaydı, bugün benim ülkem çok daha yaşanılır, çok daha imrenilir olurdu."

Hrant DİNK (1 Kasım 2004, BirGün )


24 Eylül 2011 Cumartesi

Olmasaydı Sonumuz Böyle



"Arka cebimde iki metrelik kefenim duruyor. Her an hazır ve nazır. Ölürsem, hayatımda istediğim bir tek şey var: Asla bu ülkeyi sevmiyor demesinler, asla yani. Ben Edirne'den Ardahan'a kadar bu ülkeyi çok sevdim."
                                                                                                 
                                                                                        AHMET KAYA

Halkını bu kadar seven ve halkının da bu kadar sevdiği bir adamın sevdiklerinden uzakta, özlemle ölmesine sebep olan Ertuğrul Özkök, Fatih Altaylı ve türevleri;
Ahmet Kaya uzak bir ülkede, yabancı bir mezarlıkta yatmak zorunda kalırken siz yataklarınızda huzur içinde yatmayı ve hala gazeteciyim diyebilmeyi nasıl başarıyorsunuz?

Lütfen bize de öğretin, öğretin ki her Ahmet Kaya şarkısı dinlediğimizde en derindeki hücrelerimize kadar utanç, mahcubiyet ve -siz ve benzerlerinize karşı- nefret hissiyle dolmamayı başarabilelim.

O zaman belki - bu gece olduğu gibi- aşağıda paylaştığım şarkıyı dinlediğim zaman duygulanmam ve gözlerim dolmaz.




11 Ekim 2010 Pazartesi

20. Yüzyıl : Çelişkiler Asrı

        İnsanlığın kaderini değiştiren, tarihin akışına yön veren birçok olayın yaşandığı 20. yüzyıl, acaba tarihçiler tarafından gelecek nesillere nasıl aktarılacak?

        Milliyetçilik adıyla Osmanlı, Yugoslavya gibi çokuluslu yapıların yıkılıp, birçok milletin bağımsızlığını kazandığı bir yüzyıl olarak mı?

        Yoksa milliyetçilik maskesiyle güçlü ulus devletlerin güçsüzleri sömürdüğü, kullandığı hatta katlettiği bir yüzyıl olarak mı?

        2 dünya savaşı, 1 soğuk savaşa şahitlik eden bu yorgun asır, milyonlarca insanın hayatını kaybettiği, resmi-gayrıresmi birçok katliamın yapıldığı bir vahşet asrı olarak mı hatırlanacak, yoksa İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin kabulü gibi insan hakları ve özgürlükler konusunda olumlu adımların atıldığı bir özgürlük asrı olarak mı?

        Büyük ve kitleleri arkasından sürükleyen liderlerin ortaya çıktığı bir dönem, Hitler’in, Mussolini’nin, Stalin’in mi, yoksa Atatürk’ün, Gandhi’nin, Mandela’nın mı yüzyılı olarak yazılacak tarih kitaplarına?

        Bilimde en büyük ilerlemelerin yaşandığı bu teknoloji çağı, tıptaki gelişmelerle mi yoksa bilimsel çalışmalarda denek olarak kullanılan insanların öldürülmeleriyle mi anımsanacak?

        İnsanlığın en büyük ikinci ortak dili futbolun doğduğu yüzyıl, tarih penceresinden bakıldığında spor dallarında art arda kırılan rekorlar yönüyle mi, art arda patlayan doping skandalları yönüyle mi görülecek?

        Tarih terazisi, hayvanların haklarını can siper savunup, bazı insanların haklarını – sırf ten renginden dolayı– görmezden gelen yirminci yüzyıl insanını nasıl tartacak?

        Peki, kadın hakları savunucuları? Onlar 20. yüzyıl deyince kadınlara verilen seçme-seçilme haklarını mı, baskıları, recm cezalarını mı yazacak kendi tarih kitaplarına?

        İnsanoğlu, atalarının doğaya isyan ederek dağları deldiği, nehirlerin yataklarını değiştirdiği, toprağın derinlerinlerinden petrol çıkarıp dünyanın dışına seyahat ettiği bu başkaldırılar çağını, komünizmle kapitalizmi, aruzla heceyi, Galatasarayla Fenerbahçe’yi bir araya getiren bu çelişkiler asrını,1929’ların, 1945’lerin, 1968’lerin bu yılgın tanığını ne diye hatırlayacak?

         
        NOT: Bu yazım bundan 2 sene önce Kadıköy Anadolu Lisesi öğrenci dergisi MARTI'da yayınlanmıştı. Gece gece bilgisayarımda bulup tekrar okuyunca hoşuma gitti ve blogumda paylaşmak istedim. Umarım suç işlemiyorumdur. :)

20 Haziran 2010 Pazar

Lanet Olsun !

Hiç kimse beni 30 yıldır terörle mücadele etmesine rağmen hala kayda değer bir başarı elde edememiş, vatandaşlarının ve mensuplarının can güvenliğini bile sağlamaktan aciz bir kurumun doğru ve başarılı bir şekilde yönetildiğine inandıramaz. Beyefendiler, sebebi ne olursa olsun, siz kabul etmeseniz de bu ülkede 30 yıldır büyük bir iç savaş var ve benim - askerlik çağına gelen ve birkaç yıl sonra askere gidecek olan benim - bu yıllardır neden çözülüp bitirilemediği belirsiz saçma sapan savaşa girmeye hiç niyetim yok. Sizin şu şovenizm fışkıran "vatan-millet-sakarya" nutuklarınız da bana hiçbir şey ifade etmiyor !

27 Mayıs 2010 Perşembe

Darbenin her türlüsü kötüdür

Bugün canım yazı yazmak değil, küfür etmek istiyor.

27 Mayıs darbesinin üzerinden tam 50 yıl geçmiş. Yaptıkları iyiydi-kötüydü, doğruydu-yanlıştı yıllarca tartışılır; ama tartışılmayacak bir şey varsa seçimle başa gelen bir iktidarın antidemokratik yöntemlerle indirilmesi ve bu ülkede iyi-kötü 10 yıl başbakanlık veya bakanlık yapmış insanların tüm dünyanın gözü önünde idam edilmesidir. Bugün bakıyorum, acaba 50 yıl sonra insanlar bu konuda ne diyorlar diye, belki artık gerçeği farketmişlerdir, demokrasinin önemini anlamışlardır diye , fakat 50 yıl sonra bile hala "ama Menderes de diktatör gibi olmuştu." gibi , adeta asılmasını onaylayan cümleler duymak beni karamsarlığa itiyor. İnsanların hala tartışılanın Menderes'in yaptıkları değil, antidemokratik bir şekilde asılması olduğunu anlamaması- ya da anlamak istememesi beni kızdırıyor. Bunu yapanların en başında ise 12 Eylül'ü kötüleyen, 12 Eylül mağduru (sözde) solcu geçinenlerin gelmesi, bu "iyi darbe-kötü darbe" ayrımcıları beni çileden çıkarıyor. Madem öyle, sizin o yıllardır eleştirdiğiniz, 27 Mayıs'ta mağdur olup kötüleyen, sonra 12 Eylül'ü destekleyen Celal Bayar'dan ne farkınız kalıyor?

Bugün o dönemin gazetelerine bir göz attım internetten. Dikkatimi çeken 26 Mayıs 1960 tarihli Hürriyet Gazetesinden bir 1. sayfa haberi oldu : "İstanbul Metrosu inşaatı başlıyor, metro 200 milyon liraya mal olacak". Sadece bu bile bir darbenin bizi ne kadar geri götürdüğünü göstermiyor mu, bugün, darbeden 50 yıl sonra bizim hala İstanbul Metrosu ile uğraşmamızda bir yanlışlık yok mu?

Okudukça üzülüyorum, bugün, 50 yıl sonra yapılan yorumları gördükçe ayrıca sinirleniyorum.

Peki, her şeyi geçtim, madem Menderes hükümeti Amerikan Emperyalizmine hizmet ettiği için indirildi (ki buna itirazım yok), 27 Mayıs Darbe bildirisindeki "NATO ve CENTO'ya bağlıyız." cümlesinin ne anlama geldiğini bana açıklayabilecek tek bir vatan evladı var mı ? Bu, neye hizmet etmek oluyor ?

Yooo, benim canım bugün yazı yazmak değil, küfür etmek istiyor.

23 Nisan 2010 Cuma

Hakimiyet Bila kayd-ü Şart Milletindir.

Kavga etmek ve el kaldırıp indirmek dışında hiçbir şey yapmayanlara inat, hala her sorunun çözümünün kaynağı olan kurumun 90. kuruluş yıldönümü hatırasına...



Fotoğraf: TBMM Genel Kurulu ikinci binası, bugün "Cumhuriyet Müzesi"dir.



“Burada bulunan saygıdeğer efendiler,
İstanbul’un geçici kaydıyla yabancı kuvvetler işgal olunduğu ve bütün temelleriyle halifelik makamının ve hükümet merkezinin bağımsızlığının yok edildiği hepinizce bilinmektedir. Bu duruma baş eğmek, milletimizin teklif edilen yabancı esaretini kabul etmesi demekti. Ancak ezelden beri hür ve bağımsız yaşamış olan milletimiz esarete altına alınmayı büyük bir şiddet ve kesinlikle reddetmiş ve hemen vekillerini toplayarak yüce meclisini meydana getirmiştir. Bu yüce meclisin en yaşlı üyesi sıfatıyla ve Allah’ın yardımıyla milletimizin içte ve dışta tam bağımsız olarak kaderini (geleceğini) bizzat üstlendiğini ve idare etmeye başladığını bütün dünyaya ilan ederek Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum.”

Sinop Milletvekili Şerif Bey , 23 Nisan 1920