edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2017 Cumartesi

Yahya Kemal Beyatlı*

"Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik..."


İstanbul’a gidecek olan Yahya Kemal Ekspresi hareket etmek üzeredir. Yolcularımızın yerlerine geçmesi rica olunur.”  Bir dergi aldım ve trene geçtim. Dergide gözüme çarpan ilk şey “2008 Yahya Kemal Yılı” başlıklı haber oldu. Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, büyük şairin ölümünün 50. Yılı münasebetiyle 2008’in Yahya Kemal Yılı olarak kutlanacağını ilan etmişti.

Tren hareket etmişti. Nihayet İstanbul’a dönüyordum. “Ankara’nın en güzel yanı İstanbul’a geri dönüşüdür.” diyen üstadın adı Ankara’dan İstanbul’a giden trene verilmişti. Tren gardan ayrılırken, ben de Yahya Kemal’i düşünmeye başladım.

2 Aralık 1884’te Üsküp Belediye Başkanı İbrahim Naci Bey’in oğlu olarak dünyaya gelen Yahya Kemal’in asıl adı Ahmed Agâh idi. Çocukluğu şiirlerinde de bahsettiği Üsküp’teki Rakofça çiftliğinde geçen şair, ilköğrenimini Mekteb-i Edeb’de tamamladıktan sonra Üsküp İdadisi’ne gitti. Burada okurken aynı zamanda Arapça ve Farsça dersleri alan şairin bu dilleri tam olarak öğrenmesi ise Fransa günlerine rastlar. 1902’de İstanbul’a gelerek Vefa Lisesi’ne giren şair 1903 yılında Jön Türklere katılıp Abdülhamid’e muhalefet ettiği için Fransa’ya kaçmak zorunda kalır. 1904’te Siyasal Bilgiler Yüksek Okulu’na giren ve 1912’de İstanbul’a dönen şair, 1913’ten itibaren Darüşşafaka’da tarih ve edebiyat, Medreset’ül Vaizin’de uygarlık tarihi dersleri vermeye başlamıştır. Bu döneme kadar kendisini Batı kültürüne hayran biri olarak görürken bu dönemden itibaren İstanbul aşığı ve Müslüman yanının ön plana çıktığını görüyoruz.

1918’de çıkardığı “Dergah” adlı dergiyle taklitten öteye geçerek, batılı anlamda bir Türk şiirini kurduğunu görüyoruz. Bu dergide “Gazel” türünü günlük bir dil ve batılı bir tarzla yaratan şair, Türk şiirinde kaybolan üslup kaygısını tekrar ortaya çıkaran isim oldu. Bu dönemde “İleri”, “Tevhid-i Efkar” ve “Hakimiyet-i Milliye” gibi gazetelerde milli mücadele yanlısı yazılar yazan Yahya Kemal, 1922’de Lozan’a giden heyette yer aldı. 1923’te Urfa milletvekili olan şair, 1926’da Varşova, 1929’da Madrid ortaelçiliklerinde bulunduktan sonra, 1935’te Tekirdağ ve 1943-1946 arasında İstanbul milletvekilliği yaptı. 1948’de Pakistan büyükelçiliğine atanan şair, 1949’da emekli olduktan sonra İstanbul’a döndü. Bir süre Akşam ve Cumhuriyet gibi gazetelerde yazılarına devam eden Beyatlı, 1958 yılında hayata veda etti.

Düz yazı ve şiirleriyle o dönem batıyı taklit ile doğuya itaat arasında kalan Türk şiirine özünden kopmadan, eski şiire modern bir ruh katarak yeni bir tarz yaratılabileceğini gösteren Yahya Kemal, bu yönüyle modern Türk şiirinin atası kabul edilir. Çağdaşı olan Ahmet Hamdi Tanpınar, onun için “Türkçe hakiki bir şaire muhtaçtı. Yahya Kemal işte böyle bir zamanda geldi. Ve bu gelişle şiirimizin havası baştan başa değişti.” demiştir.

Fransa’ya gitmeden önce ve Fransa’dayken batı hayranı yönü ön plana çıkan şairin, hayatının dönüm noktası İstanbul’a döndükten sonra Ziya Gökalp ile tanışması olmuştur. Bu dönemden sonra Şavkar Altınel’in deyişiyle “hiçbir zaman adi bir milliyetçiliğe düşmeden, bize belli özellikleri olan bir ulusun üyeleri olduğumuzu hatırlatan” şairin hayatını ve yazılarını etkileyen bir diğer olay da Süleymaniye’deki “O” bayram sabahı olsa gerek… “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiirinde Osmanlı Tarihi ve İslam ögelerini çok iyi işleyen şair, hayatı boyunca bir ayağı Osmanlı, bir ayağı modern Türk şiirinde olarak yaşamıştır.

Sokak diline hakim olan ve bu dile yeni anlamlar yükleyerek yazan üstat, Türk dili için de “Bir sedefin içinde okyanusun bütün uğultusu hissedildiği gibi, Türkçeyi ifade etmeyi der-uhte eden sanatkârın kalbinde de bütün şiirimiz öyle uğuldamalıdır.” yorumunu yapmıştır. Yine Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, hakkında “Hiçbirimiz Türkçeyi onun kadar sevmedik.” dediği şair, aynı zamanda Hayyam rubailerini Türkçeye çeviren ilk yazardır. Rubaileri Türkçeye çevirirken “Hayyam Türk olsaydı bu rubaileri nasıl söylerdi?” diye düşündüğünü Beyatlı, şu rubaisi ile açıklar:

Hayyâm’ı alıp tercüme et derlerse
Öğrenmek içün tâlib isen bir derse
Derdim ki rubâîsini nazmetmelisin
Hayyâm onu Türkî’de nasıl söylerse

Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk tarafından da “İstanbul’un en etkili ve en büyük şairi” olarak nitelenen Yahya Kemal’in şiirlerinden bazıları birçok müzisyen tarafından bestelenmiştir. Bununla birlikte, mükemmeliyetçiliğinden dolayı eserlerini hiçbir zaman kitaplaştırmayan üstadın eserleri, ölümünden sonra Nihad Sami Banarlı başkanlığında kurulan “Yahya Kemal Enstitüsü” tarafından toplanarak 12 kitap halinde yayınlanmıştır.

Yazımın sonuna gelirken, kendisinin hazırcevaplılığını gösteren birkaç anekdotunu da anlatmadan geçemeyeceğim:

Yeni neslin meşhur şair ve ressamı Yahya Kemal’e sorar:
-          Ne dersin üstad? Resim mi yapayım şiir mi yazayım?
-          Resim yap, resim!
-          Fakat siz benim tablolarımı hiç görmediniz ki?
-          Evet, ama şiirlerini gördüm.

***

Yahya Kemal’e yetiştirdiler:
-          Dün gençlerden biri sizin şiirlerinizi okudu!
-          Okusun!
-          Fakat okurken şiirlerinizi mahvetti!
Üstat gayet sakin:
-          Çok iyi etmiş.
-          Sahi mi söylüyorsunuz?
-          Evet, o şiirler beni zaten mahvetmişti, gençler de onları mahvetmek sureti ile benim intikamımı almış oluyorlar.

***

Beyoğlu’nun dik yokuşlarından birini tırmanırken tıkanan üstat, bir bakkalın önündeki sandalyeye oturur. Onu müşteri sanan bakkal “Bir şey mi alacaktınız?” diye sorar. Yahya Kemal:

-Sadece biraz hava alacaktım. 


*: 2008 yılında Yahya Kemal'in 50. ölüm yıldönümü ve Yahya Kemal Yılı olması sebebiyle lise dergimiz MARTI'ya yazdığım yazı. Şairin doğum günü olması dolayısıyla yakın zamanda bilgisayarımda bulduğum bu yazıyı blogumda da saklamak istedim. 

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Biz Hayır Diyoruz!


      Normalde sosyal medyadan kitap tavsiyesi verme adetim yoktur ama bu adeti bozmaya değer bir kitap bu.

      “Biz Hayır Diyoruz” Metis tarafından yayınlanan bir Eduardo Galeano yazıları seçkisi. Benimse okuduğum ilk Eduardo Galeano kitabı. Bundan sonra da son olmayacağına eminim. Seçkidekilerin bazıları Eduardo Galeano’nun bütün dünyada yankı uyandıran ve tartışılan yazıları iken, bazı yazılar Güney Amerika ülkeleri ile Türkiye arasındaki benzerlikleri ortaya koymak için editörler tarafından özel olarak belirlenmiş. Kimi yazılarını ise (özellikle 2000’lerden sonra yazılanlar) bizzat Eduardo Galeano Türkiyeli okurlara özel olarak seçmiş.

      Bu yazılarında Galeano kimi zaman kendisiyle yüzleşirken, kimi zaman yazarın görevinin ne olduğunu ve topluma karşı sorumluluğunu sorguluyor: Siyasi baskı sebebiyle düşüncelerini özgürce ifade edemeyen veya hapse gönderilmiş bir yazarın durumunun da bir nevi sürgün olup olmadığı fikrini akıllara düşürüyor, “karın tokluğuna yaşamaya çalışan insanların ülkesinde, kitapların bu kişilerin alım gücünü aşması da sansürün ve ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının bir başka çeşidi değil midir?” sorusunu çarpıyor yüzümüze.

      Bunun dışında bazen Zidane’ın 2006 Dünya Kupası finalindeki sansasyonel hareketi üzerinden futbol-küreselleşme ve ırkçılık ilişkisini, bazense ünlü fotoğrafçı Sebastiao Salgado’nun eserleri üzerinden Üçüncü Dünya ülkelerindeki açlığı ve Batı Dünyası’nın buna karşı olan körlüğü ve iletişimsizliğini, hatta daha da ileri giderek bundaki payını inceliyor.

      Ve tabi ki Güney Amerika yerlileri. Galeano en çok da Avrupalılar tarafından bu topraklardaki kökleri 10000-15000 sene önceki Maya uygarlıklarına dayanan insanlara yapılan planlı zulüm ve onların yıllarca görmezden gelinmesini – ve zaman zaman hala da görmezden gelinmelerini - taşıyor yazılarına. Dünyanın geri kalanına ilkel ve barbar olarak yansıtılan bu insanların aslında 1500’lü yıllarda topraklarını işgal eden Avrupalılardan ne kadar da daha aydın fikirli olduklarını gösteriyor. Katolik düşünce yapısı kendi kültürünü empoze edene kadar eşcinselliğin Amerika topraklarında normal görülüşünü, gelip de kendi kültürlerini anlatan bir Avrupalı’ya “Peki siz krallarınızı neye göre seçiyorsunuz?” diye soran – kadınlar ve erkekler tarafından birlikte seçilmiş – bir kabile reisini ve kabilelerin birbirleriyle savaşa giriştiği bir dönemde bu savaşı bitirene kadar cinsellik grevi yaparak erkekleri barışın yoluna getiren cesur yerli kadınları, anneleri anlatıyor bize. Ve resmi tarihin yazmamasına rağmen toprak reformunu yapan ilk ülkenin Uruguay, köleliği kaldıran ilk ülkenin Haiti olduğunu, fakat şimdi bu Haiti halkının ülkelerinde çıka(rıla)n iç savaş yüzünden nasıl da başka coğrafyalara kaçmak zorunda kaldığını söylüyor bize. Bu noktada ülkesindeki iç savaştan kaçarken Karayip Denizi’nde boğulan Haitililer ile Ege Denizi’nde boğulan Suriyeliler’in kaderleri arasında ilişki kurup ders çıkarmak ve bu benzer senaryonun ortak aktörlerini sorgulamak da biz okurlara düşüyor.

      Bu kitap sayesinde yaşanılan coğrafya değişse de, Güney Amerika’ya da baksak Ortadoğu’ya da baksak “gelişmekte olan” ülkelerin kaderlerinin pek de değişmediğini görüyor; ve tıpkı Galeano gibi biz de “Batı Dünyası”nın bizi razı etmeye çalıştığı korku imparatorluklarına, hala devam eden sömürgeci anlayışa, demokrasi görünümlü diktatörlüklere, paranın ve savaşın özgürlüğüne-övülmesine hayır diyerek bir kere daha insan onuruna, barışa, gerçek demokrasiye ve sanatın ve aşkın gücüne evet diyoruz. Aynı zamanda bu eser sayesinde Eduardo Galeano’nun neden “Dünya’nın vicdanı”* olarak nitelendirildiğini de bir kere daha anlama şansı yakalamak mümkün oluyor.

      Ben gerçekten -ilk defa blogdan bir kitap tavsiye edecek kadar – beğendim ve etkilendim. Sizin de okumanızı tavsiye ediyor ve beğeneceğinizi umuyorum.

      Şimdiden keyifli okumalar. 


*: Eduardo Galeano için "Dünya'nın vicdanı" tanımlaması John Berger'a aittir.

20 Eylül 2011 Salı

AHMED ARİF: "Dostuna Yarasını Gösterir Gibi"




"Şiirimizde bir doruktu. Her zaman başı karlı genç ve görkemli kalacak bir doruk! Estirdiği yer Anadolu kokulu, halk kokulu esip duracak."
                                                                                                  Cemal SÜREYA

Şiir dendi mi şüphesiz ki Cemal Süreya'nın bile "Türkiye'nin en iyi şairi" olarak andığı, tek kitapla edebiyatımıza silinmez bir damga vuran Ahmed Arif'i anmadan geçmek olmaz. Ahmed Arif hakkında yazılacak milyonlarca şey olduğu su götürmez ancak Ahmed Arif'i yazmak ne benim haddime düşer, ne de Ahmed Arif'i anlatmaya kalemim yeterli gelir. Maamafih böyle büyük bir kalem ustasını bugüne kadar bu blogda anmamış olmanın ayıbıyla daha fazla duramayacağımdan dolayı klavyeye sarılmam farz oldu.. Ne yazarsam beğenmeyeceğimi, ne desem bir şeylerin eksik kalacağını da bildiğimden Ahmed Arif hakkında hala tanımayanlar için kısa bir bilgi vermeyi insanlığa ve edebiyata karşı bir borç bildim.

Ahmed Arif kimdir? Ahmed Arif kendi deyimiyle "Az gelişmiş değil, sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin, aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğu." O dönemde halk için çabalayan, savaşan çoğu insan gibi 141 ve 142. maddelerden suçlu bulunup ceza evine gönderilen, burada kendisine "Suçun nedir, neden buradasın?" diye soran bir başka mahkuma "sevdadan" cevabını veren halk aşığı bir halk ozanı. "Hasretinden Prangalar Eskittim", "Otuz Üç Kurşun", "Adiloş Bebenin Ninnisi" gibi şiirlerin, "Üşüyorum, kapama gözlerini" gibi edebiyatımızın en güzel dizelerinden birinin altına imzasını atabilen; "Tek kitapla şair mi olunur?" diyenlere "Tek kitapla peygamber olunuyor da şair neden olunmasın?" cevabını verebilen bir dil ustası. Bugün çoğu şiirsever tarafından adeta kutsal kitap muamelesi gören "tek" kitabıyla edebiyatımıza damga vuran bir üstat. Türkiye Cumhuriyeti'nin utanç kitabında en önemli ve en kara sayfalardan biri. Aynı kitabın bir başka sayfasında yer alan Nazım Hikmet'ten etkilenmiş olması su götürmemekle birlikte, kitabın en çok Anadolu kokan sayfası. Şiirlerinde öfke temasının ağır bastığı muhakkak ama nefret ve intikam duygusu kesinlikle yok. Şiiri ne ise kendi de o olan, Hacı Bektaş'ın aslanla ceylanı aynı anda kucağında tuttuğu gibi, şiirinde öfke ile nefret/incelik arasındaki dengeyi asla kaçırmayan bir namus ve onur timsali. Şiirlerinde öfke temasının ağır basma sebebini ise en güzel Adnan Binyazar açıklamış, şu cümlelerle:


"Tam şiirin büyülü yoluna koyulduğu yaşlarda bir delikanlıyı al, rutubetli mahzenlerde çürüt, kişiliğini altüst et, sonra ondan öfkesiz şiir bekle!"


"Nazım'dan sonra şiir yazılmaz." diyenlerin olduğu, herkesin Orhan Veli ve Garip akımını taklit etmek için çabaladığı bir dönemde şiirimize yeni bir soluk getirmekten bir an bile korkmayan, her konuda ve her yönüyle gerçek bir muhalif.


"Nitekim Dede Korkut, Yunus, Pir Sultan, Şeyh Galip ve Fuzuli gibi büyük ustalardan sonra da soylu şiirler yazılmıştır"


Elbette kendisinin üslubu, siyasi görüşü, hayatı hakkında söylenecek çok söz var ya da belki çoğu daha önce söylendi; fakat yazının başında belirtttiğim gibi Metin Demirtaş'ın dahi bundan 20 yıl önce 
"Ahmed Arif ve şiiri üstüne ne söyleyebilirim ki?
Öyle çok yazılar yazıldı ve öyle çok güzel sözler edildi ki... Yeni ve özgün bir şeyler söylemek güç."
dediği bir insan hakkında bir şeyler yazmak için maalesef kendimi yeterli görmüyorum ve kuvvetle muhtemel hiçbir zaman da Ahmed Arif hakkında yazıp, eleştiri yapacak seviyeye ulaşamayacağım. Ahmed Arif'in, yaşadıklarının ve ona yaşatılanların, şiirinin değerlendirmesini bırakalım edebiyat, tarih ve insanlık yapsın. Bu sebeple yazımın sonuna gelirken; toplumcu gerçekçi şiirimizin en büyük temsilcilerinden biri olan Ataol Behramoğlu'nun cenaze günü mezarı başında yaptığı konuşmada "Biraz Yunus, Biraz Pir Sultan" olarak tanımladığı Ahmed Arif'in peygamberi olduğu akımın kutsal kitabının Fatiha'sı "Hasretinden Prangalar Eskittim" şiirini sizlerle paylaşmak istiyorum. Umarım haddimi aşmamışımdır. Hepinize iyi okumalar.






HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM

   Seni, anlatabilmek seni.
   İyi çocuklara, kahramanlara.
   Seni anlatabilmek seni,
   Namussuza, halden bilmeze,
   Kahpe yalana.

   Ard- arda kaç zemheri,
   Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
   Dışarda gürül- gürül akan bir dünya...     
   Bir ben uyumadım,
   Kaç leylim bahar,
   Hasretinden prangalar eskittim.
   Saçlarına kan gülleri takayım,
   Bir o yana
   Bir bu yana...

   Seni bağırabilsem seni,
   Dipsiz kuyulara,
   Akan yıldıza,
   Bir kibrit çöpüne varana,
   Okyanusun en ıssız dalgasına
   Düşmüş bir kibrit çöpüne.

   Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
   Yitirmiş öpücükleri,
   Payı yok, apansız inen akşamlardan,
   Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
   Seni anlatabilsem seni...
   Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
   Üşüyorum, kapama gözlerini...




28 Ocak 2010 Perşembe

Salinger (1919-2010)


"Bir kitabı okuduktan sonra yazarını telefonla arayıp saatlerce konuşmak istiyorsam o iyi bir kitaptır".


Holden Caulfield


Ergenlik dönemimin en büyük kahramanı Holden Caulfield yetim kaldı. J. D. Salinger bugün, 91 yaşında hayata gözlerini yumdu. Geride onunla telefonda saatlerce konuşmak isteyen ve çavdar tarlalarındaki kutsal savaşlarını sürdüren milyonlarca genç bırakarak...