"ABD'deki bir hayvanat bahçesinde, bulunduğu alana düşen dört yaşındaki çocuğu yakalayan goril, yetkililer tarafından vurularak öldürüldü.Cincinnati kentindeki hayvanat bahçesinde bir çocuk, 180 kiloluk bir gorilin bulunduğu, çitlerle çevrili hendeğe düştü.'Olayın hayati tehlike oluşturduğunu' söyleyen hayvanat bahçesi yetkilileri gorili vurdu.Geçen hafta Şili'de iki aslan, bir adamın kafeslerine girmesi sonrası öldürülmüştü. Adamın intihar girişiminde bulunduğu belirtilmişti.Kazada çocuk, yaklaşık 3 metre yükseklikten gorilin yanına düştü.Amatör bir video görüntüsünde, gorilin çocuğu yakalayıp sığ suda kısa bir süre sürüklediği görülüyor.Goril daha sonra duruyor ve altında bulunan çocuğa bakıyor.Olayda çocuğun yaklaşık 10 dakika gorilin yanında bulunduğu aktarıldı.Bu batı ova gorilinin 17 yaşında olduğu, adının Harambe olduğu bildirildi.Çocuk, olayın ardından hastaneye kaldırıldı. Image copyrightSağlık durumuyla ilgili açıklama yapılmamakla birlikte çocuğun iyileştiği düşünülüyor.Cincinnati hayvanat bahçesi müdürü Thane Maynard, "Yetkililer zor bir seçim yaptı. Ama doğru bir seçim yaptılar çünkü çocuğun hayatını kurtardılar. Durum çok kötü olabilirdi" dedi.Maynard, yatıştırıcının böyle bir durum için yeteri kadar hızlı bir etkisi olmayacağını bu yüzden öldürme yoluna gidildiğini söyledi.Hayvanat bahçesi müdürü, 'olay sırasında her ne kadar çocuğun saldırıya uğramasa da açık olarak risk altında olduğunu' söyledi.Maynard, 'bu trajik kazada gorilin ölümü nedeniyle üzgün olduklarını, ortadakinin hayvanat bahçesi ailesi ve dünyadaki goril nüfusu açısından büyük bir kayıp olduğunu' belirtti."
Sanırım insanoğlunun kibri ve kendini doğadaki varlıkların
en üstünü olarak görmesi devam ettiği sürece bu tarz olaylara şahit olmaya
devam edeceğiz. Bense maalesef oradaki insanın hayatını gorilin hayatından daha
önemli ve daha değerli yapan şeyin ne olduğunu anlamakta gerçekten güçlük
çekiyorum. O gorili de hayatta tutacak bir çözüm bulmak gerçekten mümkün değil miydi? Üstelik o goril yanında yaklaşık 10 dakika kadar duran çocuğa bir
zarar vermemişken ve daha önce de benzer olayların yaşandığı ve bu örneklerde hayvanların çocuklara hiçbir zarar vermediği, hatta korumaya çalıştığı bilinirken...
Daha da önemli ve tartışılması gereken konu ise hayvanat
bahçesi adı verilen, buna hakkımız olup olmadığını dahi düşünmeden hayvanların
özgürlüğünü ellerinden aldığımız hapishaneler ve bunların tamamının ne kadar
büyük bir zalimliğin eseri olduğu. Tahminim o ki, Avrupa’da 1900’lerin başlarına
kadar yer alan ve bugün utançla hatırlanan insanat** bahçeleri gibi, bundan bir
süre sonra bu hayvanat bahçeleri de utançla hatırlanan şeylerden olacak.
Şiirin tam kimin tarafından yazıldığı kesin değil ama Selimî
mahlasıyla yazan Yavuz Sultan Selim’e ait olduğuna dair rivayetler daha fazla.
Kaldı ki sözlerine bakınca da insan bu dizeleri yazmak ancak oldukça kudret
sahibi ve acımasızlığıyla bilinen birine yakışırdı diye düşünüyor. Pençe-i
kahrında lerzan olan şirlerle (pençesinin korkusundan titreyen aslanlarla)
övünen bir adamın “Şirpençe” adlı bir hastalıktan muzdarip olarak hayatını
kaybetmesi ise olsa olsa Tanrı’nın kelime oyunlu bir ince esprisi olsa gerek.
Buna da Cemal Süreya “Yazgıcı Şiir”inde şu dizelerle değinmiş:
“Nasıl anımsamazsın Yavuz Sultan Selim'i,
Yabanıl bir beğeni arardı zulumlarda;
Övünürdü şirlerle, pençe-i kahrındaki.
- Ama sonunda parça parça
Şir-pençeden gittiydi.”
Selimî’nin Mercidabık zaferi dönüşü kaldığı bir evde
âşık olduğu Türkmen kızının ölümünün ardından yazdığı rivayet olunan bu şiirini
yaklaşık 450-500 yıl sonra besteleyen ise Cem Karaca olmuş. İnsanın tüylerini
ürperten bir beste ortaya çıkaran ve dinlerken hem şairin gücünü hem de aşk
karşısındaki güçsüzlüğünü notalarla gayet iyi göstermeyi başaran Cem Karaca’nın
da aynı zamanda en az Tanrı kadar iyi bir ironi anlayışına sahip olduğunu
görüyoruz. Zira şarkının hızlandığı kısımlarda okuduğu bir şiir var ki, o şiir
de aynı dönemlerde Hatayî mahlasıyla yazan bir halk şairi ve aynı zamanda
devlet adamına ait. Evet, bu devlet adamı da Selim’in hayattaki en büyük
düşmanı Şah İsmail’den başkası değil. Yaşarlarken bir araya gelmeleri bile
düşünülemeyecek bu iki hükümdar 500 yıl sonra aynı beste ile bir araya gelirken
anlattıkları şey ise üzerinden 500 yıl geçse bile değişmeyen bir gerçeklik
olmuş: İnsanın aşk karşısındaki güçsüzlüğü. İki şiirde bahsedilen aşkın farklı
türleri bile olsa aşk ve onun gücü hep aynı değil mi herkes için? O halde
buyurun şarkıyı bir de hikayesini okuduktan sonra dinleyin:
Şarkının aynı zamanda siyasi bir yönü de var tabi. Cem
Karaca bu şarkıyı yaparken Şah İsmail’in Türkçe şiirler yazarken İranlı diye
anılmasındaki, Selim’in ise Türk diye anılırken yazdığı şiirlerin Farsça
olmasındaki ironiyi göstermek istediğini söylüyor. Gelgelelim bu mesajı
alabilmek de ancak okullarda anlatılan resmi tarihin ötesine geçebilmekle ve meselenin
arkasındaki dini ve etnik temelleri öğrenmekle mümkün. Zaten hayatta çoğu iyi
şeyi kavramak ancak okulda anlatılanların dışına çıkabilmekle olabiliyor. Bu
güzel eser de sadece bunu tekrar yüzümüze vuran ve bize yol gösteren ufak bir
örnek. Aşkın gücünden ve insanı güçsüz bırakışından sonra verdiği ikinci ders
de bu diyebiliriz bu durumda.
Bob Dylan ustanın ilk dönemlerinde yaptığı ve içinde mızıka
ezgileri barındıran şarkılarını daha fazla sevdiğim doğru. Özellikle lisede
iPod’umun hatırı sayılır bir kısmı bunlardan oluşmaktaydı. Fakat bu durumun istisnası olarak gördüğüm bazı eserleri de mevcut. “Things Have Changed” de gerek
sürekli aynı ama deşarj edici bir tonda devam eden müziği, gerekse insanın
kendine ve hayata yabancılaşmasını anlatan felsefi sözleriyle bu istisnaların
birinci sırasındaydı.
Son günlerde ise içinde bulunduğum durumun verdiği ruh
halinden olsa gerek, uzun zamandır dinlemediğim bu şarkıyı gün içinde tekrar
tekrar dinler veya mırıldanır bulmaya başladım kendimi. Bunun
üzerine bir türlü izlemeye fırsat olmayan, bu şarkının soundtrack olarak
yapıldığı ve en iyi müzik Oscar’ını kazandırdığı, fakat ülkemizde vizyona
girmeyen (izleyince neden girmediğini anlamak zor değil) “Wonder Boys” filmini
de nihayet izlemem bu şarkıyı gözümde bambaşka bir boyuta taşıdı. İzlerken
belki “hayatımın filmi” dedirtmeyen; ama karakterleri, konusu ve sıcaklığıyla
sizi içine çeken ve üzerinden biraz zaman geçtikten sonra kesinlikle tekrar
izleme isteği uyandıran bir film Wonder Boys. En güzel yanlarından biri de
içinde bol bol edebiyatın da yer alması (zaten senaryo da bir romandan
uyarlama). Bob Dylan da ozanlığını konuşturarak bu şarkıya yazılabilecek en iyi
şarkılardan birini yazmış.
Klibinin ise filmdeki önemli sahnelerden oluştuğunu (klibi
izleyeli uzun yıllar olmasına rağmen) filmi izleyince fark ettim. Hoşluk
olarak, filmde başrol Michael Douglas’ın oynadığı bazı önemli sahneler klip
için birebir aynı şekilde Bob Dylan tarafından canlandırılmış. Fakat klibi beğenmek için filmi
izlemenize gerek yok, sadece klibi izleyince bile Bob Dylan’ın o yabancılık ve “Ne
işim var benim burada?” hissini gayet iyi verdiğini görüyorsunuz. Diğer
taraftan film için de birkaç şey söylemem gerekirse, sırf sevdiğim şarkı
hatırına diye izlemeye başlayıp en iyi Michael Douglas performanslarından
biriyle karşılaştığımı; edebiyat, aşk, erkeklerin orta yaş bunalımı, önemli
seçimler yapmanın zorluğu gibi birçok konuyu gayet dengeli bir şekilde ve ince
esprilerle süsleyerek işlediğini belirtmeden geçemeyeceğim. Vaktiniz olursa da izlemenizi tavsiye edeceğim, underrated olarak dahi nitelendirilebilecek bir film çıkmış ortaya.
Bu vesileyle de günlerdir kafamda çalıp duran bu şarkıyı
sizinle de paylaşmak istedim. Bilenler için bir saygı duruşu, bilmeyenler için
ise bildirme niyetine. Bob Dylan gibi büyük ustalar henüz hayattalarken onların
hakkını daha iyi vermeliyiz diye düşünüyorum. Neticede kendisinin de dediği gibi, “bir gün ölecek, ve biz 'bir önceki albümü daha iyiydi' diyemeyeceğiz.”, öyle değil mi?
Birkaç ay önce blogumda paylaştığım “Tarçın’ın Hayatını
Yaşamak” başlıklı yazımı hatırlayanlarınız vardır. (Hatırlamayan veya tekrar
okumak isteyenler için: http://bit.ly/1pI1hNz veya 3 alttaki post). Yazıda sürekli hareket ettiği için bir türlü fotoğrafını çekemediğimden
bahsetmiştim. Geçtiğimiz ay ise nihayet bu makûs talihi kırmış bulunmaktayım.
Yolumun Erdek’e düştüğü ve evin yakınlarında dolaştığım bir
akşam saatinde birden bir köpeğin ısrarla havlamaya başlamasıyla irkilmiştim. Muhtemelen
kış günü bu tenha sokaklarda kimin dolaştığını merak etmişti mahallenin bir
sahibi edasıyla. Gözlerimi ona çevirmemle bana havlayanın bizim normal zamanda
cool ve sakin takılan Tarçın olduğunu farketmem bir oldu. Fakat bu sefer
normalde olduğu gibi hızla hareket etmiyor, sadece durduğu yerde duruyor ve
havlıyordu. O an dili olsa sanki “Benim hakkımda yazdığın yazıyı gördüm, hoşuma
da gitti. Fotoğrafımı bir türlü çekemediğini söylemişsin, hadi buyur çek” diyecek
gibiydi. Ben de hemen telefonuma yöneldim ve yukarıda gördüğünüz fotoğrafı
çektim. Tarçın usluca durarak ve gayet havalı bir şekilde poz vermeye devam
etmekteydi fakat ben yine de bulunduğu yerin evlerinin bahçesi olduğunu ve ev
sahiplerinin görürlerse kızabileceklerini düşünerek hemen 1-2 poz çekerek
oradan uzaklaştım. Olayın heyecanıyla ve gecenin karanlığında çekebildiğim en
net poz da bu oldu.
"Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket"
Edip CANSEVER
Pazar kurulan sokakların akşam o pazar toplandıktan sonraki
halleri oldum olası hüzünlü gelmiştir bana. Günün aydınlığında cıvıl cıvıl
gözüken, pazarcıların sesleriyle çınlayıp duran ve kalabalıktan yürünmeyen
sokaklar karanlığın çökmesiyle birden tenhalaşır. Gündüz panayır yerini andıran
sokağın artık büyük bir afet yaşamış bir şehirden farkı yoktur sanki. Yerlerde ezilmiş
ya da beğenilmeyip atılmış meyveler, kaldırım kenarlarında kırılmış sebze kasaları
ve sokağın dört bir yanına yayılmış çöpler… Sokaktaki savaş sonrasını andıran
bu hüzünlü dağınıklığı ve sessizliği bozan tek şey ise sokağı ertesi sabaha
kadar eski haline döndürmek üzere gelen çöp arabaları ve temizlik
görevlilerinin sesidir.
Bu dönem perşembe akşamları yüksek lisans dersim var
ve gece eve metroyla döndüğüm için metrodan yürürken Acıbadem pazarının kurulduğu
sokağın yanından geçiyorum. Hatta bazı perşembeler rotamı biraz değiştiriyor ve
sokağı baştan başa yürüyorum. Oradan geçerken yerdeki meyvelerin, kasaların,
çöplerin her birine dikkatle bakıyorum. Bu şeylerin de insanlar gibi kendince
bir hikayeleri olduğunu tasavvur etmeye ve kimse tarafından beğenilmemenin ya
da kırılıp bir kenara atılmanın onlara neler hissettirebileceğini anlamaya
çalışıyorum. Bunun yanında o an bir enkaz yerini andıran sokağın sabahki
cıvıltılı halini ve pazar kurulmayan bir gündeki sıradan hallerini düşünüyor ve
bunları kafamda kıyaslamaya çabalıyorum. Nedense bu yolculuk bana tasviri zor
ama içinde hafiften hüzün de barındıran tatlı bir keyif veriyor. Kadıköy Salı
Pazarı veya doğduğum kentteki Cumartesi Pazarı gibi sırf pazar kurulması için
tahsis edilmiş alanlar değil de, böyle mahalle arasındaki bir ya da birkaç
sokağa açılmış pazarlar çok daha iyi veriyor bu hissi. Bir gün yolunuz böyle
bir pazara düşerse bir an için dış dünyanın seslerine kendinizi kapatın ve
sadece sokağın sesini, ruhunu dinlemeye çalışın. Hele bir de o sokağın her iki
(hatta sıradan bir gündeki haliyle beraber üç) halini de görme şansını
yakalarsanız, eminim bahsettiğim şeyi daha da iyi anlayacaksınız.
Merak edenler için buyurun sokağın Acıbadem Caddesi değil de diğer tarafındaki girişinden bir
fotoğraf, geçtiğimiz perşembe akşamlarından birinde çekmiş olmalıyım. Resmi adı "Necip Bey Sokak" diye biliyorum. Daha net ve güzel bir fotoğrafını çekersem onu da eklerim.
Gelin size bugün bir köpekten - ama sıradan bir köpekten değil, Tarçın'dan - bahsedeyim.
Eminim aranızda bilenler
vardır, bizim yazlığımızın olduğu yer Erdek’in ufak bir koyu, adı Kurbağalı.
İsmini girişindeki ufak ve İstanbul’daki adaşının aksine kurbağa seslerinin
gerçekten eksik olmadığı Kurbağalıdere’den almakta. Bir tarafı Erdek’in de
bitişi (yahut başlangıcı) kabul edilebilecek yüksekçe bir tepe ile sınırlanan
bu koyun diğer tarafı şehir merkezine kadar uzamasına rağmen halk arasında asıl
Kurbağalı olarak anılan kısım dere ile son bulmakta. Bu bölgede tepenin
dibinden başlayıp derenin denize açıldığı yerde son bulan yaklaşık 300-350
metre genişliğinde bir yürüyüş yolu ve plaj, bu yürüyüş yolunun bir arka
paralelinde arabaların kullandığı gidiş ve iki arka paralelinde ise dönüş yolu
var. Bu üç yolun arasında kalan kısımlarda ise yazlık siteler veya müstakil
villalar. Sanırım görmediyseniz bile kafanızda az çok bir şeyler canlanmıştır.
Bunlara ilave olarak
Kurbağalı hakkında şunu da söyleyebilirim ki, evinizin ya da balkonunuzun
kapısını açık bırakıp dışarı çıkarak saatlerce evinize uğramasanız, dönüp de
geldiğinizde evinize giren tek canlının sinek ya da kelebek (bilemediniz
kurbağa) olduğunu görürsünüz, ki bu da semtin nasıl güvenli olduğu hakkında bir
fikir verir diye düşünüyorum.
Bu 350 metrelik sahil boyunun
hemen hemen ortalarında kalan kısmında –ki bizim evle arasında yalnız bir
apartman var- ufak bir müstakil ev bulunmakta, bahçeli. Bu evin sahiplerinin de
Tarçın adında bir köpeği.
Tarçın, vücudunun bazı
bölgelerindeki tüyler yer yer siyaha ve hatta sarıya çalsa da, adının da belli
ettiği üzere genel anlamda kahverengi bir köpek. Bastıbacak denebilecek kadar
yere yakın, sosise benzetilebilecek kadar uzun. Aynı zamanda, nadiren
havladığını duysak bile, genel olarak uysal bir köpek. Eminim kendisi dile
gelse ve konuşma şansı yakalasak onun da kendince dertleri vardır, ama
dışarıdan bakıldığında mutlu duruyor, en azından iç huzuruna sahip olduğunu
düşündüren bir mizacı var. Diğer taraftan gerek sürekli toplantıya yetişmesi
gerekiyormuş edasıyla hızlı hızlı – ama koşmadan- yürüyüşü (ki anatomik yapısı da bunun bir sebebi olabilir) , gerek mahalledeki
diğer kedi-köpekle pek fazla iletişime girmemesi çevreye onun cool bir köpek
olduğu imajı yayıyor.
Bahsettiğim gibi Tarçın
güvenli bir muhitte müstakil ev sahibi bir aileye sahip ve bu lüksün de keyfini
sonuna kadar çıkarmakta. Yaşam alanı yalnızca evinin bahçesiyle sınırlı olmayan
Tarçın’a günün herhangi bir anında evlerine 50 metre mesafedeki bakkalın önünde
bir ağacın altındaki toprağı karıştırırken, arka yoldaki çocuk parkında
dolaşırken veyahut da evlerinin önündeki kumsalda diğer köpeklerle koklaşırken
rastlamanız mümkün. Bu dolaşmayı seven tarzıyla da Kurbağalı’daki herkesin
kendisini tanımasını sağlayan Tarçın, bir ailenin köpeği olmaktan çok bütün
mahallenin köpeğiymiş muamelesi görüyor. Mahalledekilerin ona olan ilgisini,
sevmelerini ve seslenmelerini zaman zaman karşılıksız bırakmayan bu kahverengi
köpek, genelde ise “Tarçın!” diye seslendiğinizde dönüp bir bakıyor, sahibi
olmadığınızı gördüğünde ise kafasını tekrar önüne çevirerek hızlı ve cool yürüyüşüne
devam ediyor, ki evlerinin önünde zaman zaman denk geldiğim kadarıyla sahibiyle
de pek yüz göz olmayı sevmeyen bir tarza sahip, dedim ya cool köpek bizim
Tarçın. Bu yazıyı bir de fotoğrafı ile süslemek isterdim, ama bu hızlı hızlı
hareket edişi ve onu gördüğüm an telefonumu çıkarana kadar ortadan kayboluyor
olması güzel bir fotoğrafını çekmeme daima engel oldu. Belki daha sonra ekleme
şansı yakalarım.
Şimdi bu Tarçın’ı size 5
paragraf boyunca neden anlattığıma gelirsek; (aslında bir sebebi de olmasına
gerek yok ya, her gün görüp gözlemleme şansı yakaladığın ama pek samimi
olmadığın sıradan bir insanı anlatmak kadar doğal olmalı her gün mahallende
gördüğün bir köpeği anlatmak) hani zaman zaman çeşitli anket veya röportajlarda
“Eğer insan dışında bir canlı olma şansınız olsaydı, ne olmak isterdiniz?”
tarzı sorulara denk geliriz ve o sırada hangi canlı olmanın daha güzel ve rahat
olacağını düşünürüz ya, işte ben bu soruya cevap olarak genel bir canlı türü
söylemektense direkt Tarçın’ın adını vermeyi istiyorum. (Tek başına Tarçın
desem bir şey ifade etmeyeceğini düşündüğümden de soruya cevap vermeden önce onu
tanıtmak istedim. ) Elimde böyle bir imkan olsa, Tarçın olmayı ve onun yaşadığı
hayatı yaşamayı isterdim. Onun gibi sakin ve huzur dolu bir muhitte, güvenli ve
huzurlu bir evde (bir yandan da eve hapsolmak zorunda olmaksızın) açlık-tokluk derdi olmadan yaşamayı. Yakın çevredeki herkes
tarafından sevilmeyi, hayattaki en büyük telaşın bizim büyükşehirde metroya
yetişme acelemize benzer bir hızla az ilerideki ağacın altını eşelemeye gitmek
olmasını isterdim. Ha, yaşadığım hayattan şikayetçi miyim? Kesinlikle hayır, insan olarak zaten bu saydıklarımdan sahip olabileceklerimin çoğuna sahibim ve bir insan hayatı seçme şansım olsa, seçeceğim yine kendi hayatım olurdu, bu şüphesiz. Ama soru hayvan hayatı seçmek üstünden olunca da cevabımı Tarçın seçeneğinden yana kullanmaktayım. :)
Peki benim çizdiğim tablo ve
özendiğim kadar tozpembe midir acaba Tarçın’ın hayatı? Başta da dediğim gibi,
eminim konuşma şansı olsa onun da bazı dertleri, hatta hayatında
çevresindekilerle paylaşmaktan bile çekindiği karanlık noktaları vardır. Ama
hangimizin hayatında öyle noktalar yok ki?
Aylar sonra gelen edit: Bir türlü fotoğrafını çekemediğimi söylediğim Tarçın'ı en nihayetinde fotoğraflamış bulunmaktayım. Hikayenin devamını okumak isteyeni buraya alabilirim: http://kurupilav.blogspot.com.tr/2016/03/tarcn.html
İnsan hayatı nasıl da
inişli çıkışlı… Geçen sene bu zamanlarda ailece hastanelerde sağlık sorunlarıyla boğuşurken,
bir yandan anneannemin vefatıyla üzüntümüze üzüntüler katılırken tam bir sene
sonra içinde olduğumuz tabloya bakın: Üniversiteden mezun olup kepimi atmışım,
ailemize dünya tatlısı iki tane bebek katılmış, bebeklerin geldiği gün yüksek lisansa
kabul edildiğimi öğrenmişim ve sevdiceğim de ben de istediğimiz okullara
girmişiz, ailelerimiz tanışmış… Geçen yıl bu zamanlarda her şey nasıl
tepetaklaksa bugünlerde de her şey tam tersi çok iyi.
Zaman zaman her şeyin bu
kadar iyi gitmesi mutluluğun yanında tuhaf bir korku da vermiyor diyemem.
Ama şu kesin ki, insan
hayatı hiçbir zaman doğrusal bir grafik çizmeyecek. Bundan sonra da zor günler
olacak, arkasından yine güneş doğacak. Bir sene ağlarken bir sonraki sene
kendimizi kocaman kahkahalarla gülerken bulacağız. Ne kötü günler kalıcı
olacak, ne de mutluluk dolu anlar hep sürecek. Hani o ünlü hikâyede başına ne
gelirse gelsin “Bu da geçer ya hu!” demeyi bilen Şakir vardır ya, sanırım
insanın başına iyi ya da kötü ne gelirse gelsin unutmaması gereken tek gerçek
de tam olarak bu; her şeyin bir gün geçebileceği.
Yine de biz “Bu da geçer!” demekle kalmayalım, bir de sonuna her zaman şu cümleyi ekleyelim: “En
kötü günümüz böyle olsun!”. Ne daha kötüsü olabileceğini unutalım, ne de daha
iyisi için çabalamaktan vazgeçelim.
Blogdaki genel tarzımın aksine oldukça kişisel ve (istemesem de) hafif didaktik bir yazı oldu, ama hayatımın bugünlerini yazmasaydım olmayacaktı.
Öncelikli olarak siyasi
görüşümden bahsetmek gerekirse, her ne kadar kategorize edilmekten hoşlanmasam bile genel olarak ekonomik liberalizmi destekleyen ve
özgürlükçü biri olarak tanımlayabilmem mümkün kendimi. Dolayısıyla bu ülkedeki
aşağı yukarı her liberal gibi Turgut Özal'ın da başarılı bir siyasetçi olduğunu
ve Türkiye’ye çok önemli şeyler kattığını düşünmekteyim. Gelgelelim Özal
döneminde toplumda yaşanan değişimlerin bazı kültürel yozlaşmalara sebep olduğu
ve bunun da geri dönüşü mümkün olmayan –ve hatta etkilerini gittikçe daha acı
bir şekilde tecrübe edeceğimiz- sonuçlara yol açtığı açık. Bunun en acısı ve
sonuçları en ağır olanı şüphesiz ki adam kayırmacılık, torpil ve kadrolaşma
konusu. Bu durumun ülkenin her zaman en önemli sorunlarından biri olduğu doğruysa
da 80 sonrası iyice ayyuka çıktığını ve hatta –ne acı ki- herkes tarafından
normal karşılanmaya başlandığını giderek görüyoruz. Özal dönemiyle birlikte her
gelen iktidar devlet kadrolarına kendi adamlarını doldurdu, kendisinden önceki
kadroların tamamını –yeteneklerine ve yaptıklarına bakmaksızın- sindirdi veya
kızağa çekti ve maalesef devlet kurumlarındaki atamalarda başarılar ve
donanımdan ziyade “birilerinin adamı olmak” daha önemli bir unsur haline gelir
oldu. Bu durumun devlet kurumlarında gittikçe büyüyen bir yozlaşmaya ve kalitesizliğe
sebep olduğu açık.
Diğer taraftan son 10
yıldaki siyasi iktidar ve onun “Yeni
Türkiye”si ile bu durumun da iyice çığrından çıktığını görüyoruz. Doğru düzgün
profesörlük tecrübesi olmadan YÖK başkanı olanlar, ÖSYM gibi milyonlarca
insanın kaderini etkileyen bir kurumun adını skandallara bulaştıran badem
bıyıklılar, hayvanat bahçesi müdürlüğünden TÜBİTAK başkanlığına terfi edenler,
PTT genel müdürüyken hiçbir tenis geçmişi olmamasına rağmen bir sabah Tenis
Federasyonu Başkanı olarak uyananlar… Daha da acısı ise bu durumun artık devlet
kadrolarıyla sınırlı kalmaması ve özel kurumları, hatta onlarca yüzlerce yıllık
kurumları da etkileyecek seviyeye gelmesi. Maalesef Yeni Türkiye’nin
yöneticileri artık gazete patronlarını belirlemekten STK’ların seçimlerine
müdahil olmaya kadar geniş bir alanda kendilerini yetkili görüyorlar ve
kamu-özel ayırmaksızın bütün kurumların başında kendi adamlarını görmek için
çabalıyorlar. Bu çabanın ürünü olarak rüşvet, tehdit, şantaj gibi konular da
günlük hayatımızın sıradan bir parçası haline geliyor.
İşte Hamza Hamzaoğlu’nun
Galatasaray teknik direktörlüğü görevine gelebilmesi de bu düşünce yapısının ve
bu düşünce yapısından beslenen, cüret alanların eseri.
Öncelikle tanımayanlar
için kısaca Hamza Hamzaoğlu’ndan bahsedelim. 1991-1995 yılları arasında
Galatasaray futbolcusu olan Hamza, Galatasaray’dan ayrıldıktan sonra da çeşitli
takımlarda forma giydi ve futbolu bırakınca 2. Lig ekibi Malatyaspor ile teknik
direktörlüğe adım attı. Teknik direktörlükte gösterdiği başarının sonucu olarak
gittikçe daha iyi takımlara transfer oldu ve en son olarak oldukça mütevazı bir
kadroya sahip Akhisar Belediyespor’u Süper Lig’e çıkarıp –üstelik göze gayet
iyi gelen bir futbolla- orada tutmayı başardıktan sonra milli takım yardımcı
antrenörlüğüne terfi etti.
Hikâyenin buraya kadarını
okuyunca Hamza Hamzaoğlu’nun bir yerlere tamamen kendi çabalarıyla hak ederek
geldiğini düşünmemiz normal (her ne kadar muhafazakar kesime olan
yakınlığı her zaman bilinse de). Muhtemelen milli takımda gösterdiği başarılı bir
antrenörlük performansının sonucu olarak birkaç sene sonunda milli takım teknik
direktörlüğüne getirilse veya Galatasaray gibi bir takımın başına gelse ortada hiç
kimsenin sorgulamayacağı bir durum olabilirdi. Hatta içten içe mutlu bile
olurduk “eski bir futbolcumuz teknik direktörümüz oldu” diye.
Fakat maalesef hikayenin
devamı böyle gelişmedi. Çünkü Hamza bir yerlere başarısıyla değil de
birilerinin adamı olarak gelmeyi tercih etti. Bu yüzden de hikayenin devamında
başrolde sıradan bir minibüs şoförlüğünden sürekli birilerinin adamlığını
yaparak İstanbul’un en büyük servis şirketinin patronluğuna yükselen ve hatta
Türkiye’nin en köklü spor kulüplerinden birinde başkan yardımcılığı görevine
gelen bir adam (Abdurrahim Albayrak) ile onun çok yakın dostu, milli takımda
başarısız olmasına rağmen birilerinin adamı olduğu için görevi ve parası asla
sorgulanmayan bir adam (Fatih Terim) var. Bu ikilinin yakın dost olmalarının
yanında bir diğer ortak özellikleri ise bin odalı sarayda yaşayan büyük
reislerine olan kayıtsız şartsız itaatleri. İşte Hamza Hamzaoğlu bu ikilinin
görüşmesi ve “takımın başına bizden birini getirelim, niteliği önemli değil
bize itaat edecek biri olsun” düşüncesinin ürünü olarak teknik direktör oluyor.
Farkındaysanız Hamza’nın hikayesini yazıyoruz ama Hamza başrolde bile değil. Başroldeki
adamlar iktidar ilişkileri ve siyasi durumlarından ötürü daha 1 sene önce bu
takımdan uzaklaştırılan iki adam ve maalesef benim desteklediğim kulübün -benim
desteklediğim kulüp olması bir yana- bu ülkenin en köklü, cumhuriyetten bile
eski kurumlarından birinin teknik direktörü böyle bir düşünce yapısının ürünü
olarak belirleniyor. Maalesef yazının başında bahsettiğim ’80 sonrası
yozlaşmasının insanın kanına en dokunan sonuçlarından biri de bu oluyor. (Örneğin
Galatasaray’ın 2000 kadrosundaki en düzgün, kendini en iyi yetiştiren
adamlarından biri olan Tugay Kerimoğlu kimseye eyvallah demediği için bu
takımda adam akıllı görev alamazken tek vasfı Fatih Terim’e yancılık yapmak
olan adamlar bu ülke futbolunda söz sahibi olabiliyor.)
(Bu noktada işin dünya
görüşünüzün iktidara yakın olmasıyla alakası olmadığını da görüyoruz. Dünya
görüşünüz ne olursa olsun, “büyüklerinize” kayıtsız şartsız itaat ediyorsanız
bir yerlere gelmeniz için yeterlidir. Ve her ne kadar bu yazıyı kendi takımım
özelinde yazsam da “adamcılık” düşüncesinin etkilerini ülkedeki tüm spor
kulüplerinde, hatta spor dışı kurumlarda da görmek maalesef mümkün. Dolayısıyla bu adamcılık durumu da particilikten -bağlantılı olsa da- bağımsız bir olgu )
Peki, bu göreve yeterli
donanıma sahip olmadan gelen Hamza Hamzaoğlu başarılı olabilir mi? Olursa da
fazla şaşırmayacağım, zira zaten içinde bulunduğumuz lig öyle çok kaliteli ve
gerçekten büyük teknik direktörlük maharetlerine ihtiyaç duyulan bir lig değil. Diğer taraftan
yabancı teknik direktör varken sahada dolaşan yerli futbolcuların da takımın
başına “kendilerinden biri”nin gelmesiyle daha canla başla mücadele
edeceklerine eminim, bu da başarılı olmasını sağlayabilir. Ama bu saatten sonra
başarı çok da önemli değil. Bu şekilde takımın başına gelen bir adamın
yaşatacağı başarıyı Prandelli ile gelecek başarısızlığa her zaman tercih edecek
bir insan olarak bundan sonra tuttuğum takımın maçlarını biraz daha soğuk,
biraz daha isteksiz olarak; hatta zaman zaman eskiden koşmayı unutup yeni
teknik direktörleri ile birden koşmaya başlayan yerli futbolculardan dolayı
midem bulanarak takip edeceğim.
Peki ben Hamza’nın başarısız
olmasını ister miyim? Bir yanım Hamza’nın başarısız olup kovulmasına üzülmeyecek
olsa bile tuttuğum takımın başarısız olmasını isteyemem, hatta başarılı olsun
diye içten içe dilerim, Hamza başarılı oldu diye değil Galatasaray başarılı oldu diye mutlu olurum bir taraftar olarak elbette. Bu da taraftar olmanın bir
zaafı işte. Zaten o taraftarlık zaafı da olmasa bu boktan ülkenin boktan futbol
düzenini takip etmeyi çoktan bırakırdık ya, hepsini o yüzden çekmek zorunda
kalıyoruz.