30 Mayıs 2016 Pazartesi

yaratılanların en zalimi*

"ABD'deki bir hayvanat bahçesinde, bulunduğu alana düşen dört yaşındaki çocuğu yakalayan goril, yetkililer tarafından vurularak öldürüldü.Cincinnati kentindeki hayvanat bahçesinde bir çocuk, 180 kiloluk bir gorilin bulunduğu, çitlerle çevrili hendeğe düştü.'Olayın hayati tehlike oluşturduğunu' söyleyen hayvanat bahçesi yetkilileri gorili vurdu.Geçen hafta Şili'de iki aslan, bir adamın kafeslerine girmesi sonrası öldürülmüştü. Adamın intihar girişiminde bulunduğu belirtilmişti.Kazada çocuk, yaklaşık 3 metre yükseklikten gorilin yanına düştü.Amatör bir video görüntüsünde, gorilin çocuğu yakalayıp sığ suda kısa bir süre sürüklediği görülüyor.Goril daha sonra duruyor ve altında bulunan çocuğa bakıyor.Olayda çocuğun yaklaşık 10 dakika gorilin yanında bulunduğu aktarıldı.Bu batı ova gorilinin 17 yaşında olduğu, adının Harambe olduğu bildirildi.Çocuk, olayın ardından hastaneye kaldırıldı.
Image copyright
Sağlık durumuyla ilgili açıklama yapılmamakla birlikte çocuğun iyileştiği düşünülüyor.Cincinnati hayvanat bahçesi müdürü Thane Maynard, "Yetkililer zor bir seçim yaptı. Ama doğru bir seçim yaptılar çünkü çocuğun hayatını kurtardılar. Durum çok kötü olabilirdi" dedi.Maynard, yatıştırıcının böyle bir durum için yeteri kadar hızlı bir etkisi olmayacağını bu yüzden öldürme yoluna gidildiğini söyledi.Hayvanat bahçesi müdürü, 'olay sırasında her ne kadar çocuğun saldırıya uğramasa da açık olarak risk altında olduğunu' söyledi.Maynard, 'bu trajik kazada gorilin ölümü nedeniyle üzgün olduklarını, ortadakinin hayvanat bahçesi ailesi ve dünyadaki goril nüfusu açısından büyük bir kayıp olduğunu' belirtti." 
BBC Türkçe Linki: http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/05/160529_goril_kaza 

        Sanırım insanoğlunun kibri ve kendini doğadaki varlıkların en üstünü olarak görmesi devam ettiği sürece bu tarz olaylara şahit olmaya devam edeceğiz. Bense maalesef oradaki insanın hayatını gorilin hayatından daha önemli ve daha değerli yapan şeyin ne olduğunu anlamakta gerçekten güçlük çekiyorum. O gorili de hayatta tutacak bir çözüm bulmak gerçekten mümkün değil miydi? Üstelik o goril yanında yaklaşık 10 dakika kadar duran çocuğa bir zarar vermemişken ve daha önce de benzer olayların yaşandığı ve bu örneklerde hayvanların çocuklara hiçbir zarar vermediği, hatta korumaya çalıştığı bilinirken...

        Daha da önemli ve tartışılması gereken konu ise hayvanat bahçesi adı verilen, buna hakkımız olup olmadığını dahi düşünmeden hayvanların özgürlüğünü ellerinden aldığımız hapishaneler ve bunların tamamının ne kadar büyük bir zalimliğin eseri olduğu. Tahminim o ki, Avrupa’da 1900’lerin başlarına kadar yer alan ve bugün utançla hatırlanan insanat** bahçeleri gibi, bundan bir süre sonra bu hayvanat bahçeleri de utançla hatırlanan şeylerden olacak.

        Doğadaki diğer varlıklardan özel bir üstünlüğümüz olduğunu düşünmüyorum, ama doğanın en zalimi olduğumuzdan hiç şüphem yok.

*: insan türünü "yaratılanların en üstünü" olarak tanımlayan bir ayetten ilham alarak.
**: "insanat" bahçeleri hakkında detaylı bilgi için: http://onedio.com/haber/sadece-adi-bile-tuyler-urperten-insanat-bahceleri-ve-en-buyuk-magduru-ota-benga-629032 

24 Mayıs 2016 Salı

Şah ve Padişah

"şirler pençe-i kahrımda olurken lerzân.
beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek."

        Şiirin tam kimin tarafından yazıldığı kesin değil ama Selimî mahlasıyla yazan Yavuz Sultan Selim’e ait olduğuna dair rivayetler daha fazla. Kaldı ki sözlerine bakınca da insan bu dizeleri yazmak ancak oldukça kudret sahibi ve acımasızlığıyla bilinen birine yakışırdı diye düşünüyor. Pençe-i kahrında lerzan olan şirlerle (pençesinin korkusundan titreyen aslanlarla) övünen bir adamın “Şirpençe” adlı bir hastalıktan muzdarip olarak hayatını kaybetmesi ise olsa olsa Tanrı’nın kelime oyunlu bir ince esprisi olsa gerek. Buna da Cemal Süreya “Yazgıcı Şiir”inde şu dizelerle değinmiş:


“Nasıl anımsamazsın Yavuz Sultan Selim'i,
Yabanıl bir beğeni arardı zulumlarda;
Övünürdü şirlerle, pençe-i kahrındaki.
- Ama sonunda parça parça
Şir-pençeden gittiydi.”


        Selimî’nin Mercidabık zaferi dönüşü kaldığı bir evde âşık olduğu Türkmen kızının ölümünün ardından yazdığı rivayet olunan bu şiirini yaklaşık 450-500 yıl sonra besteleyen ise Cem Karaca olmuş. İnsanın tüylerini ürperten bir beste ortaya çıkaran ve dinlerken hem şairin gücünü hem de aşk karşısındaki güçsüzlüğünü notalarla gayet iyi göstermeyi başaran Cem Karaca’nın da aynı zamanda en az Tanrı kadar iyi bir ironi anlayışına sahip olduğunu görüyoruz. Zira şarkının hızlandığı kısımlarda okuduğu bir şiir var ki, o şiir de aynı dönemlerde Hatayî mahlasıyla yazan bir halk şairi ve aynı zamanda devlet adamına ait. Evet, bu devlet adamı da Selim’in hayattaki en büyük düşmanı Şah İsmail’den başkası değil. Yaşarlarken bir araya gelmeleri bile düşünülemeyecek bu iki hükümdar 500 yıl sonra aynı beste ile bir araya gelirken anlattıkları şey ise üzerinden 500 yıl geçse bile değişmeyen bir gerçeklik olmuş: İnsanın aşk karşısındaki güçsüzlüğü. İki şiirde bahsedilen aşkın farklı türleri bile olsa aşk ve onun gücü hep aynı değil mi herkes için? O halde buyurun şarkıyı bir de hikayesini okuduktan sonra dinleyin:



        Şarkının aynı zamanda siyasi bir yönü de var tabi. Cem Karaca bu şarkıyı yaparken Şah İsmail’in Türkçe şiirler yazarken İranlı diye anılmasındaki, Selim’in ise Türk diye anılırken yazdığı şiirlerin Farsça olmasındaki ironiyi göstermek istediğini söylüyor. Gelgelelim bu mesajı alabilmek de ancak okullarda anlatılan resmi tarihin ötesine geçebilmekle ve meselenin arkasındaki dini ve etnik temelleri öğrenmekle mümkün. Zaten hayatta çoğu iyi şeyi kavramak ancak okulda anlatılanların dışına çıkabilmekle olabiliyor. Bu güzel eser de sadece bunu tekrar yüzümüze vuran ve bize yol gösteren ufak bir örnek. Aşkın gücünden ve insanı güçsüz bırakışından sonra verdiği ikinci ders de bu diyebiliriz bu durumda.

6 Nisan 2016 Çarşamba

A worried man with a worried mind...


      Bob Dylan ustanın ilk dönemlerinde yaptığı ve içinde mızıka ezgileri barındıran şarkılarını daha fazla sevdiğim doğru. Özellikle lisede iPod’umun hatırı sayılır bir kısmı bunlardan oluşmaktaydı. Fakat bu durumun istisnası olarak gördüğüm bazı eserleri de mevcut. “Things Have Changed” de gerek sürekli aynı ama deşarj edici bir tonda devam eden müziği, gerekse insanın kendine ve hayata yabancılaşmasını anlatan felsefi sözleriyle bu istisnaların birinci sırasındaydı.

      Son günlerde ise içinde bulunduğum durumun verdiği ruh halinden olsa gerek, uzun zamandır dinlemediğim bu şarkıyı gün içinde tekrar tekrar dinler veya mırıldanır bulmaya başladım kendimi. Bunun üzerine bir türlü izlemeye fırsat olmayan, bu şarkının soundtrack olarak yapıldığı ve en iyi müzik Oscar’ını kazandırdığı, fakat ülkemizde vizyona girmeyen (izleyince neden girmediğini anlamak zor değil) “Wonder Boys” filmini de nihayet izlemem bu şarkıyı gözümde bambaşka bir boyuta taşıdı. İzlerken belki “hayatımın filmi” dedirtmeyen; ama karakterleri, konusu ve sıcaklığıyla sizi içine çeken ve üzerinden biraz zaman geçtikten sonra kesinlikle tekrar izleme isteği uyandıran bir film Wonder Boys. En güzel yanlarından biri de içinde bol bol edebiyatın da yer alması (zaten senaryo da bir romandan uyarlama). Bob Dylan da ozanlığını konuşturarak bu şarkıya yazılabilecek en iyi şarkılardan birini yazmış.

      Klibinin ise filmdeki önemli sahnelerden oluştuğunu (klibi izleyeli uzun yıllar olmasına rağmen) filmi izleyince fark ettim. Hoşluk olarak, filmde başrol Michael Douglas’ın oynadığı bazı önemli sahneler klip için birebir aynı şekilde Bob Dylan tarafından canlandırılmış. Fakat klibi beğenmek için filmi izlemenize gerek yok, sadece klibi izleyince bile Bob Dylan’ın o yabancılık ve “Ne işim var benim burada?” hissini gayet iyi verdiğini görüyorsunuz. Diğer taraftan film için de birkaç şey söylemem gerekirse, sırf sevdiğim şarkı hatırına diye izlemeye başlayıp en iyi Michael Douglas performanslarından biriyle karşılaştığımı; edebiyat, aşk, erkeklerin orta yaş bunalımı, önemli seçimler yapmanın zorluğu gibi birçok konuyu gayet dengeli bir şekilde ve ince esprilerle süsleyerek işlediğini belirtmeden geçemeyeceğim. Vaktiniz olursa da izlemenizi tavsiye edeceğim, underrated olarak dahi nitelendirilebilecek bir film çıkmış ortaya.

      Bu vesileyle de günlerdir kafamda çalıp duran bu şarkıyı sizinle de paylaşmak istedim. Bilenler için bir saygı duruşu, bilmeyenler için ise bildirme niyetine. Bob Dylan gibi büyük ustalar henüz hayattalarken onların hakkını daha iyi vermeliyiz diye düşünüyorum. Neticede kendisinin de dediği gibi, “bir gün ölecek, ve biz 'bir önceki albümü daha iyiydi' diyemeyeceğiz.”, öyle değil mi?

23 Mart 2016 Çarşamba

Tarçın



      Birkaç ay önce blogumda paylaştığım “Tarçın’ın Hayatını Yaşamak” başlıklı yazımı hatırlayanlarınız vardır. (Hatırlamayan veya tekrar okumak isteyenler için: http://bit.ly/1pI1hNz veya 3 alttaki post). Yazıda sürekli hareket ettiği için bir türlü fotoğrafını çekemediğimden bahsetmiştim. Geçtiğimiz ay ise nihayet bu makûs talihi kırmış bulunmaktayım.

      Yolumun Erdek’e düştüğü ve evin yakınlarında dolaştığım bir akşam saatinde birden bir köpeğin ısrarla havlamaya başlamasıyla irkilmiştim. Muhtemelen kış günü bu tenha sokaklarda kimin dolaştığını merak etmişti mahallenin bir sahibi edasıyla. Gözlerimi ona çevirmemle bana havlayanın bizim normal zamanda cool ve sakin takılan Tarçın olduğunu farketmem bir oldu. Fakat bu sefer normalde olduğu gibi hızla hareket etmiyor, sadece durduğu yerde duruyor ve havlıyordu. O an dili olsa sanki “Benim hakkımda yazdığın yazıyı gördüm, hoşuma da gitti. Fotoğrafımı bir türlü çekemediğini söylemişsin, hadi buyur çek” diyecek gibiydi. Ben de hemen telefonuma yöneldim ve yukarıda gördüğünüz fotoğrafı çektim. Tarçın usluca durarak ve gayet havalı bir şekilde poz vermeye devam etmekteydi fakat ben yine de bulunduğu yerin evlerinin bahçesi olduğunu ve ev sahiplerinin görürlerse kızabileceklerini düşünerek hemen 1-2 poz çekerek oradan uzaklaştım. Olayın heyecanıyla ve gecenin karanlığında çekebildiğim en net poz da bu oldu.

      İşte huzurlarınızda o meşhur Tarçın! :)


18 Mart 2016 Cuma

kendime dair 2: pazar yerleri

"Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket"
Edip CANSEVER

        Pazar kurulan sokakların akşam o pazar toplandıktan sonraki halleri oldum olası hüzünlü gelmiştir bana. Günün aydınlığında cıvıl cıvıl gözüken, pazarcıların sesleriyle çınlayıp duran ve kalabalıktan yürünmeyen sokaklar karanlığın çökmesiyle birden tenhalaşır. Gündüz panayır yerini andıran sokağın artık büyük bir afet yaşamış bir şehirden farkı yoktur sanki. Yerlerde ezilmiş ya da beğenilmeyip atılmış meyveler, kaldırım kenarlarında kırılmış sebze kasaları ve sokağın dört bir yanına yayılmış çöpler… Sokaktaki savaş sonrasını andıran bu hüzünlü dağınıklığı ve sessizliği bozan tek şey ise sokağı ertesi sabaha kadar eski haline döndürmek üzere gelen çöp arabaları ve temizlik görevlilerinin sesidir.

        Bu dönem perşembe akşamları yüksek lisans dersim var ve gece eve metroyla döndüğüm için metrodan yürürken Acıbadem pazarının kurulduğu sokağın yanından geçiyorum. Hatta bazı perşembeler rotamı biraz değiştiriyor ve sokağı baştan başa yürüyorum. Oradan geçerken yerdeki meyvelerin, kasaların, çöplerin her birine dikkatle bakıyorum. Bu şeylerin de insanlar gibi kendince bir hikayeleri olduğunu tasavvur etmeye ve kimse tarafından beğenilmemenin ya da kırılıp bir kenara atılmanın onlara neler hissettirebileceğini anlamaya çalışıyorum. Bunun yanında o an bir enkaz yerini andıran sokağın sabahki cıvıltılı halini ve pazar kurulmayan bir gündeki sıradan hallerini düşünüyor ve bunları kafamda kıyaslamaya çabalıyorum. Nedense bu yolculuk bana tasviri zor ama içinde hafiften hüzün de barındıran tatlı bir keyif veriyor. Kadıköy Salı Pazarı veya doğduğum kentteki Cumartesi Pazarı gibi sırf pazar kurulması için tahsis edilmiş alanlar değil de, böyle mahalle arasındaki bir ya da birkaç sokağa açılmış pazarlar çok daha iyi veriyor bu hissi. Bir gün yolunuz böyle bir pazara düşerse bir an için dış dünyanın seslerine kendinizi kapatın ve sadece sokağın sesini, ruhunu dinlemeye çalışın. Hele bir de o sokağın her iki (hatta sıradan bir gündeki haliyle beraber üç) halini de görme şansını yakalarsanız, eminim bahsettiğim şeyi daha da iyi anlayacaksınız. 


Merak edenler için buyurun sokağın Acıbadem Caddesi değil de diğer tarafındaki girişinden bir fotoğraf, geçtiğimiz perşembe akşamlarından birinde çekmiş olmalıyım. Resmi adı "Necip Bey Sokak" diye biliyorum. Daha net ve güzel bir fotoğrafını çekersem onu da eklerim.

14 Mart 2016 Pazartesi

Ankara




yine de kötü bir kış geçirmedik sanıyorum
altın düştü örneğin
karlar beyaz yağdı, direndi uzun zaman
geleceğin sevgisi bir aklık olarak başladı
sevgilim senin ellerin bir keçi sever kadar taze
sevgilim kolera yavaşladı
üstelik birkaç kez de aya gidildi
gelindi bile

şimdi ey benim badem gözlüm
su çiçeği, kızamık boğmaca geçirmişim
ancak ölünce hatırlanan sarışınım
altın sarısının beyaza dönüştüğü şu günlerde
sabah sabah aç karnına ölünen şu günlerde
kararlı yüreğin bir manşeti yadırgarken
silah kullanmayı isterken ellerin şu günlerde
-sana onu da öğretirim-
yüreğin kıpır kıpır yerinde duramazken
saçını taramamaktan aktardığın sıkıntı
sarı bir boya halinde parmaklarına yayılırken
öyle bir sarı boya ki kanlardan damıtılmış
ve kanların bağışlanmaz dirimini taşıyan
sana bir türkü söyliyeyim
güzel olmasın gerçek olsun
beklet kendini hazır dur
adı belirsiz bademlerle birlik dur
söğütlerle birlik dur
kağnı güdenlerle birlik dur
şehir kuşatanlarla birlik dur
ölen ve yara alanlarla birlik dur:


bir tarihte bir dağ yamacında
onikibinsekizyüzelliüç kişi öldü
yamaç yeşildi çünkü bir bahara başlıyordu
ölenlerin bir kısmı, tüfeksiz, onların bir kısmı
tüfek müfek bir yana donsuz gömleksizdi
sayı bilmezlerdi toptandılar
böylece bir yerlerde toplandılar
yürekleri uzun bir süre atmadı
aslında
çoğu da insan olduğundan yüreksizdi

bir sürü alan ve ova bir sürü ağaçaltı ve orman
ölmemeye bir sürü bahane
örneğin suyu görünce hemen ayaklarını soktular
çünkü gölgeli bir su her zaman
bitmemiş bir yapıda her zaman
çünkü sonu buysa
ölmek elbette gereksizdi


bilirim hoşuna gitmiştir bu ilkel türkü
ilkelliği bütün bir yaz ve kış yaşanan
çünkü sağlıklı bir güneşe taparsın sen
her bir ışını şiir yazanlara umut ve hüzün veren
bir karanfil olarak sürer gider belleğinde
atı ve insanı doyuran çavdar
sevgilim hazırlığın tamdır
ve şiire artık saygın yok
üstelik ben de seninleyim bu konuda
pazardan kârsız dönen köylüler gibi

kanın ateşin ve seslerin böyle cömertçe kullanıldığı
böyle sorumsuzca kullanıldığı bir dönemde
herkesin şimdilik hakkı vardır hüzünlenmeye

yukarda dediğime bakma aslında
başarısız boktan bir kış geçirdik
kanımız bile doğru dürüst akmadı
bir sürü çocuğu öldürdüler."


*****


        Karanlık günlerden geçiyoruz. Hiç suçumuz olmamasına rağmen (belki de suçumuz çok büyük) üzerimiz kanla kirleniyor, ruhlarımız yıpranıyor.

        Böyle bir durumda ruhumuzu her şeye rağmen temiz tutabilmenin, akıl sağlığımızı korumanın en iyi, belki de tek yolu şiir okumak. evet şiir okuyun.

        Ben ancak öyle hissedebiliyorum hala insan olduğumu. 

29 Ekim 2015 Perşembe

Tarçın'ın Hayatını Yaşamak

Erdek'in en cool köpeğinin izniyle...

        Gelin size bugün bir köpekten - ama sıradan bir köpekten değil, Tarçın'dan - bahsedeyim.

        Eminim aranızda bilenler vardır, bizim yazlığımızın olduğu yer Erdek’in ufak bir koyu, adı Kurbağalı. İsmini girişindeki ufak ve İstanbul’daki adaşının aksine kurbağa seslerinin gerçekten eksik olmadığı Kurbağalıdere’den almakta. Bir tarafı Erdek’in de bitişi (yahut başlangıcı) kabul edilebilecek yüksekçe bir tepe ile sınırlanan bu koyun diğer tarafı şehir merkezine kadar uzamasına rağmen halk arasında asıl Kurbağalı olarak anılan kısım dere ile son bulmakta. Bu bölgede tepenin dibinden başlayıp derenin denize açıldığı yerde son bulan yaklaşık 300-350 metre genişliğinde bir yürüyüş yolu ve plaj, bu yürüyüş yolunun bir arka paralelinde arabaların kullandığı gidiş ve iki arka paralelinde ise dönüş yolu var. Bu üç yolun arasında kalan kısımlarda ise yazlık siteler veya müstakil villalar. Sanırım görmediyseniz bile kafanızda az çok bir şeyler canlanmıştır.

        Bunlara ilave olarak Kurbağalı hakkında şunu da söyleyebilirim ki, evinizin ya da balkonunuzun kapısını açık bırakıp dışarı çıkarak saatlerce evinize uğramasanız, dönüp de geldiğinizde evinize giren tek canlının sinek ya da kelebek (bilemediniz kurbağa) olduğunu görürsünüz, ki bu da semtin nasıl güvenli olduğu hakkında bir fikir verir diye düşünüyorum.

        Bu 350 metrelik sahil boyunun hemen hemen ortalarında kalan kısmında –ki bizim evle arasında yalnız bir apartman var- ufak bir müstakil ev bulunmakta, bahçeli. Bu evin sahiplerinin de Tarçın adında bir köpeği.

        Tarçın, vücudunun bazı bölgelerindeki tüyler yer yer siyaha ve hatta sarıya çalsa da, adının da belli ettiği üzere genel anlamda kahverengi bir köpek. Bastıbacak denebilecek kadar yere yakın, sosise benzetilebilecek kadar uzun. Aynı zamanda, nadiren havladığını duysak bile, genel olarak uysal bir köpek. Eminim kendisi dile gelse ve konuşma şansı yakalasak onun da kendince dertleri vardır, ama dışarıdan bakıldığında mutlu duruyor, en azından iç huzuruna sahip olduğunu düşündüren bir mizacı var. Diğer taraftan gerek sürekli toplantıya yetişmesi gerekiyormuş edasıyla hızlı hızlı – ama koşmadan- yürüyüşü (ki anatomik yapısı da bunun bir sebebi olabilir) , gerek mahalledeki diğer kedi-köpekle pek fazla iletişime girmemesi çevreye onun cool bir köpek olduğu imajı yayıyor.

        Bahsettiğim gibi Tarçın güvenli bir muhitte müstakil ev sahibi bir aileye sahip ve bu lüksün de keyfini sonuna kadar çıkarmakta. Yaşam alanı yalnızca evinin bahçesiyle sınırlı olmayan Tarçın’a günün herhangi bir anında evlerine 50 metre mesafedeki bakkalın önünde bir ağacın altındaki toprağı karıştırırken, arka yoldaki çocuk parkında dolaşırken veyahut da evlerinin önündeki kumsalda diğer köpeklerle koklaşırken rastlamanız mümkün. Bu dolaşmayı seven tarzıyla da Kurbağalı’daki herkesin kendisini tanımasını sağlayan Tarçın, bir ailenin köpeği olmaktan çok bütün mahallenin köpeğiymiş muamelesi görüyor. Mahalledekilerin ona olan ilgisini, sevmelerini ve seslenmelerini zaman zaman karşılıksız bırakmayan bu kahverengi köpek, genelde ise “Tarçın!” diye seslendiğinizde dönüp bir bakıyor, sahibi olmadığınızı gördüğünde ise kafasını tekrar önüne çevirerek hızlı ve cool yürüyüşüne devam ediyor, ki evlerinin önünde zaman zaman denk geldiğim kadarıyla sahibiyle de pek yüz göz olmayı sevmeyen bir tarza sahip, dedim ya cool köpek bizim Tarçın. Bu yazıyı bir de fotoğrafı ile süslemek isterdim, ama bu hızlı hızlı hareket edişi ve onu gördüğüm an telefonumu çıkarana kadar ortadan kayboluyor olması güzel bir fotoğrafını çekmeme daima engel oldu. Belki daha sonra ekleme şansı yakalarım.

        Şimdi bu Tarçın’ı size 5 paragraf boyunca neden anlattığıma gelirsek; (aslında bir sebebi de olmasına gerek yok ya, her gün görüp gözlemleme şansı yakaladığın ama pek samimi olmadığın sıradan bir insanı anlatmak kadar doğal olmalı her gün mahallende gördüğün bir köpeği anlatmak) hani zaman zaman çeşitli anket veya röportajlarda “Eğer insan dışında bir canlı olma şansınız olsaydı, ne olmak isterdiniz?” tarzı sorulara denk geliriz ve o sırada hangi canlı olmanın daha güzel ve rahat olacağını düşünürüz ya, işte ben bu soruya cevap olarak genel bir canlı türü söylemektense direkt Tarçın’ın adını vermeyi istiyorum. (Tek başına Tarçın desem bir şey ifade etmeyeceğini düşündüğümden de soruya cevap vermeden önce onu tanıtmak istedim. ) Elimde böyle bir imkan olsa, Tarçın olmayı ve onun yaşadığı hayatı yaşamayı isterdim. Onun gibi sakin ve huzur dolu bir muhitte, güvenli ve huzurlu bir evde (bir yandan da eve hapsolmak zorunda olmaksızın) açlık-tokluk derdi olmadan yaşamayı. Yakın çevredeki herkes tarafından sevilmeyi, hayattaki en büyük telaşın bizim büyükşehirde metroya yetişme acelemize benzer bir hızla az ilerideki ağacın altını eşelemeye gitmek olmasını isterdim. Ha, yaşadığım hayattan şikayetçi miyim? Kesinlikle hayır, insan olarak zaten bu saydıklarımdan sahip olabileceklerimin çoğuna sahibim ve bir insan hayatı seçme şansım olsa, seçeceğim yine kendi hayatım olurdu, bu şüphesiz. Ama soru hayvan hayatı seçmek üstünden olunca da cevabımı Tarçın seçeneğinden yana kullanmaktayım. :)

        Peki benim çizdiğim tablo ve özendiğim kadar tozpembe midir acaba Tarçın’ın hayatı? Başta da dediğim gibi, eminim konuşma şansı olsa onun da bazı dertleri, hatta hayatında çevresindekilerle paylaşmaktan bile çekindiği karanlık noktaları vardır. Ama hangimizin hayatında öyle noktalar yok ki? 



Aylar sonra gelen edit: Bir türlü fotoğrafını çekemediğimi söylediğim Tarçın'ı en nihayetinde fotoğraflamış bulunmaktayım. Hikayenin devamını okumak isteyeni buraya alabilirim: http://kurupilav.blogspot.com.tr/2016/03/tarcn.html 

3 Temmuz 2015 Cuma

oldukça kişisel ve hafif didaktik bir yazı

      İnsan hayatı nasıl da inişli çıkışlı… Geçen sene bu zamanlarda ailece hastanelerde sağlık sorunlarıyla boğuşurken, bir yandan anneannemin vefatıyla üzüntümüze üzüntüler katılırken tam bir sene sonra içinde olduğumuz tabloya bakın: Üniversiteden mezun olup kepimi atmışım, ailemize dünya tatlısı iki tane bebek katılmış, bebeklerin geldiği gün yüksek lisansa kabul edildiğimi öğrenmişim ve sevdiceğim de ben de istediğimiz okullara girmişiz, ailelerimiz tanışmış… Geçen yıl bu zamanlarda her şey nasıl tepetaklaksa bugünlerde de her şey tam tersi çok iyi.

      Zaman zaman her şeyin bu kadar iyi gitmesi mutluluğun yanında tuhaf bir korku da vermiyor diyemem.

      Ama şu kesin ki, insan hayatı hiçbir zaman doğrusal bir grafik çizmeyecek. Bundan sonra da zor günler olacak, arkasından yine güneş doğacak. Bir sene ağlarken bir sonraki sene kendimizi kocaman kahkahalarla gülerken bulacağız. Ne kötü günler kalıcı olacak, ne de mutluluk dolu anlar hep sürecek. Hani o ünlü hikâyede başına ne gelirse gelsin “Bu da geçer ya hu!” demeyi bilen Şakir vardır ya, sanırım insanın başına iyi ya da kötü ne gelirse gelsin unutmaması gereken tek gerçek de tam olarak bu; her şeyin bir gün geçebileceği.

      Yine de biz “Bu da geçer!” demekle kalmayalım, bir de sonuna her zaman şu cümleyi ekleyelim: “En kötü günümüz böyle olsun!”. Ne daha kötüsü olabileceğini unutalım, ne de daha iyisi için çabalamaktan vazgeçelim.


      Blogdaki genel tarzımın aksine oldukça kişisel ve (istemesem de) hafif didaktik bir yazı oldu, ama hayatımın bugünlerini yazmasaydım olmayacaktı.

29 Kasım 2014 Cumartesi

Yeni Türkiye'de Adamcılık Kültürü ve Hamza Hamzaoğlu

        Öncelikli olarak siyasi görüşümden bahsetmek gerekirse, her ne kadar kategorize edilmekten hoşlanmasam bile genel olarak ekonomik liberalizmi destekleyen ve özgürlükçü biri olarak tanımlayabilmem mümkün kendimi. Dolayısıyla bu ülkedeki aşağı yukarı her liberal gibi Turgut Özal'ın da başarılı bir siyasetçi olduğunu ve Türkiye’ye çok önemli şeyler kattığını düşünmekteyim. Gelgelelim Özal döneminde toplumda yaşanan değişimlerin bazı kültürel yozlaşmalara sebep olduğu ve bunun da geri dönüşü mümkün olmayan –ve hatta etkilerini gittikçe daha acı bir şekilde tecrübe edeceğimiz- sonuçlara yol açtığı açık. Bunun en acısı ve sonuçları en ağır olanı şüphesiz ki adam kayırmacılık, torpil ve kadrolaşma konusu. Bu durumun ülkenin her zaman en önemli sorunlarından biri olduğu doğruysa da 80 sonrası iyice ayyuka çıktığını ve hatta –ne acı ki- herkes tarafından normal karşılanmaya başlandığını giderek görüyoruz. Özal dönemiyle birlikte her gelen iktidar devlet kadrolarına kendi adamlarını doldurdu, kendisinden önceki kadroların tamamını –yeteneklerine ve yaptıklarına bakmaksızın- sindirdi veya kızağa çekti ve maalesef devlet kurumlarındaki atamalarda başarılar ve donanımdan ziyade “birilerinin adamı olmak” daha önemli bir unsur haline gelir oldu. Bu durumun devlet kurumlarında gittikçe büyüyen bir yozlaşmaya ve kalitesizliğe sebep olduğu açık.

        Diğer taraftan son 10 yıldaki siyasi iktidar ve onun  “Yeni Türkiye”si ile bu durumun da iyice çığrından çıktığını görüyoruz. Doğru düzgün profesörlük tecrübesi olmadan YÖK başkanı olanlar, ÖSYM gibi milyonlarca insanın kaderini etkileyen bir kurumun adını skandallara bulaştıran badem bıyıklılar, hayvanat bahçesi müdürlüğünden TÜBİTAK başkanlığına terfi edenler, PTT genel müdürüyken hiçbir tenis geçmişi olmamasına rağmen bir sabah Tenis Federasyonu Başkanı olarak uyananlar… Daha da acısı ise bu durumun artık devlet kadrolarıyla sınırlı kalmaması ve özel kurumları, hatta onlarca yüzlerce yıllık kurumları da etkileyecek seviyeye gelmesi. Maalesef Yeni Türkiye’nin yöneticileri artık gazete patronlarını belirlemekten STK’ların seçimlerine müdahil olmaya kadar geniş bir alanda kendilerini yetkili görüyorlar ve kamu-özel ayırmaksızın bütün kurumların başında kendi adamlarını görmek için çabalıyorlar. Bu çabanın ürünü olarak rüşvet, tehdit, şantaj gibi konular da günlük hayatımızın sıradan bir parçası haline geliyor.

        İşte Hamza Hamzaoğlu’nun Galatasaray teknik direktörlüğü görevine gelebilmesi de bu düşünce yapısının ve bu düşünce yapısından beslenen, cüret alanların eseri.

        Öncelikle tanımayanlar için kısaca Hamza Hamzaoğlu’ndan bahsedelim. 1991-1995 yılları arasında Galatasaray futbolcusu olan Hamza, Galatasaray’dan ayrıldıktan sonra da çeşitli takımlarda forma giydi ve futbolu bırakınca 2. Lig ekibi Malatyaspor ile teknik direktörlüğe adım attı. Teknik direktörlükte gösterdiği başarının sonucu olarak gittikçe daha iyi takımlara transfer oldu ve en son olarak oldukça mütevazı bir kadroya sahip Akhisar Belediyespor’u Süper Lig’e çıkarıp –üstelik göze gayet iyi gelen bir futbolla- orada tutmayı başardıktan sonra milli takım yardımcı antrenörlüğüne terfi etti.


        Hikâyenin buraya kadarını okuyunca Hamza Hamzaoğlu’nun bir yerlere tamamen kendi çabalarıyla hak ederek geldiğini düşünmemiz normal (her ne kadar muhafazakar kesime olan yakınlığı her zaman bilinse de). Muhtemelen milli takımda gösterdiği başarılı bir antrenörlük performansının sonucu olarak birkaç sene sonunda milli takım teknik direktörlüğüne getirilse veya Galatasaray gibi bir takımın başına gelse ortada hiç kimsenin sorgulamayacağı bir durum olabilirdi. Hatta içten içe mutlu bile olurduk “eski bir futbolcumuz teknik direktörümüz oldu” diye.

        Fakat maalesef hikayenin devamı böyle gelişmedi. Çünkü Hamza bir yerlere başarısıyla değil de birilerinin adamı olarak gelmeyi tercih etti. Bu yüzden de hikayenin devamında başrolde sıradan bir minibüs şoförlüğünden sürekli birilerinin adamlığını yaparak İstanbul’un en büyük servis şirketinin patronluğuna yükselen ve hatta Türkiye’nin en köklü spor kulüplerinden birinde başkan yardımcılığı görevine gelen bir adam (Abdurrahim Albayrak) ile onun çok yakın dostu, milli takımda başarısız olmasına rağmen birilerinin adamı olduğu için görevi ve parası asla sorgulanmayan bir adam (Fatih Terim) var. Bu ikilinin yakın dost olmalarının yanında bir diğer ortak özellikleri ise bin odalı sarayda yaşayan büyük reislerine olan kayıtsız şartsız itaatleri. İşte Hamza Hamzaoğlu bu ikilinin görüşmesi ve “takımın başına bizden birini getirelim, niteliği önemli değil bize itaat edecek biri olsun” düşüncesinin ürünü olarak teknik direktör oluyor. Farkındaysanız Hamza’nın hikayesini yazıyoruz ama Hamza başrolde bile değil. Başroldeki adamlar iktidar ilişkileri ve siyasi durumlarından ötürü daha 1 sene önce bu takımdan uzaklaştırılan iki adam ve maalesef benim desteklediğim kulübün -benim desteklediğim kulüp olması bir yana- bu ülkenin en köklü, cumhuriyetten bile eski kurumlarından birinin teknik direktörü böyle bir düşünce yapısının ürünü olarak belirleniyor. Maalesef yazının başında bahsettiğim ’80 sonrası yozlaşmasının insanın kanına en dokunan sonuçlarından biri de bu oluyor. (Örneğin Galatasaray’ın 2000 kadrosundaki en düzgün, kendini en iyi yetiştiren adamlarından biri olan Tugay Kerimoğlu kimseye eyvallah demediği için bu takımda adam akıllı görev alamazken tek vasfı Fatih Terim’e yancılık yapmak olan adamlar bu ülke futbolunda söz sahibi olabiliyor.)


(Bu noktada işin dünya görüşünüzün iktidara yakın olmasıyla alakası olmadığını da görüyoruz. Dünya görüşünüz ne olursa olsun, “büyüklerinize” kayıtsız şartsız itaat ediyorsanız bir yerlere gelmeniz için yeterlidir. Ve her ne kadar bu yazıyı kendi takımım özelinde yazsam da “adamcılık” düşüncesinin etkilerini ülkedeki tüm spor kulüplerinde, hatta spor dışı kurumlarda da görmek maalesef mümkün. Dolayısıyla bu adamcılık durumu da particilikten -bağlantılı olsa da- bağımsız bir olgu )

        Peki, bu göreve yeterli donanıma sahip olmadan gelen Hamza Hamzaoğlu başarılı olabilir mi? Olursa da fazla şaşırmayacağım, zira zaten içinde bulunduğumuz lig öyle çok kaliteli ve gerçekten büyük teknik direktörlük maharetlerine ihtiyaç duyulan bir lig değil. Diğer taraftan yabancı teknik direktör varken sahada dolaşan yerli futbolcuların da takımın başına “kendilerinden biri”nin gelmesiyle daha canla başla mücadele edeceklerine eminim, bu da başarılı olmasını sağlayabilir. Ama bu saatten sonra başarı çok da önemli değil. Bu şekilde takımın başına gelen bir adamın yaşatacağı başarıyı Prandelli ile gelecek başarısızlığa her zaman tercih edecek bir insan olarak bundan sonra tuttuğum takımın maçlarını biraz daha soğuk, biraz daha isteksiz olarak; hatta zaman zaman eskiden koşmayı unutup yeni teknik direktörleri ile birden koşmaya başlayan yerli futbolculardan dolayı midem bulanarak takip edeceğim.

        Peki ben Hamza’nın başarısız olmasını ister miyim? Bir yanım Hamza’nın başarısız olup kovulmasına üzülmeyecek olsa bile tuttuğum takımın başarısız olmasını isteyemem, hatta başarılı olsun diye içten içe dilerim, Hamza başarılı oldu diye değil Galatasaray başarılı oldu diye mutlu olurum bir taraftar olarak elbette. Bu da taraftar olmanın bir zaafı işte. Zaten o taraftarlık zaafı da olmasa bu boktan ülkenin boktan futbol düzenini takip etmeyi çoktan bırakırdık ya, hepsini o yüzden çekmek zorunda kalıyoruz.