29 Kasım 2014 Cumartesi

Yeni Türkiye'de Adamcılık Kültürü ve Hamza Hamzaoğlu

        Öncelikli olarak siyasi görüşümden bahsetmek gerekirse, her ne kadar kategorize edilmekten hoşlanmasam bile genel olarak ekonomik liberalizmi destekleyen ve özgürlükçü biri olarak tanımlayabilmem mümkün kendimi. Dolayısıyla bu ülkedeki aşağı yukarı her liberal gibi Turgut Özal'ın da başarılı bir siyasetçi olduğunu ve Türkiye’ye çok önemli şeyler kattığını düşünmekteyim. Gelgelelim Özal döneminde toplumda yaşanan değişimlerin bazı kültürel yozlaşmalara sebep olduğu ve bunun da geri dönüşü mümkün olmayan –ve hatta etkilerini gittikçe daha acı bir şekilde tecrübe edeceğimiz- sonuçlara yol açtığı açık. Bunun en acısı ve sonuçları en ağır olanı şüphesiz ki adam kayırmacılık, torpil ve kadrolaşma konusu. Bu durumun ülkenin her zaman en önemli sorunlarından biri olduğu doğruysa da 80 sonrası iyice ayyuka çıktığını ve hatta –ne acı ki- herkes tarafından normal karşılanmaya başlandığını giderek görüyoruz. Özal dönemiyle birlikte her gelen iktidar devlet kadrolarına kendi adamlarını doldurdu, kendisinden önceki kadroların tamamını –yeteneklerine ve yaptıklarına bakmaksızın- sindirdi veya kızağa çekti ve maalesef devlet kurumlarındaki atamalarda başarılar ve donanımdan ziyade “birilerinin adamı olmak” daha önemli bir unsur haline gelir oldu. Bu durumun devlet kurumlarında gittikçe büyüyen bir yozlaşmaya ve kalitesizliğe sebep olduğu açık.

        Diğer taraftan son 10 yıldaki siyasi iktidar ve onun  “Yeni Türkiye”si ile bu durumun da iyice çığrından çıktığını görüyoruz. Doğru düzgün profesörlük tecrübesi olmadan YÖK başkanı olanlar, ÖSYM gibi milyonlarca insanın kaderini etkileyen bir kurumun adını skandallara bulaştıran badem bıyıklılar, hayvanat bahçesi müdürlüğünden TÜBİTAK başkanlığına terfi edenler, PTT genel müdürüyken hiçbir tenis geçmişi olmamasına rağmen bir sabah Tenis Federasyonu Başkanı olarak uyananlar… Daha da acısı ise bu durumun artık devlet kadrolarıyla sınırlı kalmaması ve özel kurumları, hatta onlarca yüzlerce yıllık kurumları da etkileyecek seviyeye gelmesi. Maalesef Yeni Türkiye’nin yöneticileri artık gazete patronlarını belirlemekten STK’ların seçimlerine müdahil olmaya kadar geniş bir alanda kendilerini yetkili görüyorlar ve kamu-özel ayırmaksızın bütün kurumların başında kendi adamlarını görmek için çabalıyorlar. Bu çabanın ürünü olarak rüşvet, tehdit, şantaj gibi konular da günlük hayatımızın sıradan bir parçası haline geliyor.

        İşte Hamza Hamzaoğlu’nun Galatasaray teknik direktörlüğü görevine gelebilmesi de bu düşünce yapısının ve bu düşünce yapısından beslenen, cüret alanların eseri.

        Öncelikle tanımayanlar için kısaca Hamza Hamzaoğlu’ndan bahsedelim. 1991-1995 yılları arasında Galatasaray futbolcusu olan Hamza, Galatasaray’dan ayrıldıktan sonra da çeşitli takımlarda forma giydi ve futbolu bırakınca 2. Lig ekibi Malatyaspor ile teknik direktörlüğe adım attı. Teknik direktörlükte gösterdiği başarının sonucu olarak gittikçe daha iyi takımlara transfer oldu ve en son olarak oldukça mütevazı bir kadroya sahip Akhisar Belediyespor’u Süper Lig’e çıkarıp –üstelik göze gayet iyi gelen bir futbolla- orada tutmayı başardıktan sonra milli takım yardımcı antrenörlüğüne terfi etti.


        Hikâyenin buraya kadarını okuyunca Hamza Hamzaoğlu’nun bir yerlere tamamen kendi çabalarıyla hak ederek geldiğini düşünmemiz normal (her ne kadar muhafazakar kesime olan yakınlığı her zaman bilinse de). Muhtemelen milli takımda gösterdiği başarılı bir antrenörlük performansının sonucu olarak birkaç sene sonunda milli takım teknik direktörlüğüne getirilse veya Galatasaray gibi bir takımın başına gelse ortada hiç kimsenin sorgulamayacağı bir durum olabilirdi. Hatta içten içe mutlu bile olurduk “eski bir futbolcumuz teknik direktörümüz oldu” diye.

        Fakat maalesef hikayenin devamı böyle gelişmedi. Çünkü Hamza bir yerlere başarısıyla değil de birilerinin adamı olarak gelmeyi tercih etti. Bu yüzden de hikayenin devamında başrolde sıradan bir minibüs şoförlüğünden sürekli birilerinin adamlığını yaparak İstanbul’un en büyük servis şirketinin patronluğuna yükselen ve hatta Türkiye’nin en köklü spor kulüplerinden birinde başkan yardımcılığı görevine gelen bir adam (Abdurrahim Albayrak) ile onun çok yakın dostu, milli takımda başarısız olmasına rağmen birilerinin adamı olduğu için görevi ve parası asla sorgulanmayan bir adam (Fatih Terim) var. Bu ikilinin yakın dost olmalarının yanında bir diğer ortak özellikleri ise bin odalı sarayda yaşayan büyük reislerine olan kayıtsız şartsız itaatleri. İşte Hamza Hamzaoğlu bu ikilinin görüşmesi ve “takımın başına bizden birini getirelim, niteliği önemli değil bize itaat edecek biri olsun” düşüncesinin ürünü olarak teknik direktör oluyor. Farkındaysanız Hamza’nın hikayesini yazıyoruz ama Hamza başrolde bile değil. Başroldeki adamlar iktidar ilişkileri ve siyasi durumlarından ötürü daha 1 sene önce bu takımdan uzaklaştırılan iki adam ve maalesef benim desteklediğim kulübün -benim desteklediğim kulüp olması bir yana- bu ülkenin en köklü, cumhuriyetten bile eski kurumlarından birinin teknik direktörü böyle bir düşünce yapısının ürünü olarak belirleniyor. Maalesef yazının başında bahsettiğim ’80 sonrası yozlaşmasının insanın kanına en dokunan sonuçlarından biri de bu oluyor. (Örneğin Galatasaray’ın 2000 kadrosundaki en düzgün, kendini en iyi yetiştiren adamlarından biri olan Tugay Kerimoğlu kimseye eyvallah demediği için bu takımda adam akıllı görev alamazken tek vasfı Fatih Terim’e yancılık yapmak olan adamlar bu ülke futbolunda söz sahibi olabiliyor.)


(Bu noktada işin dünya görüşünüzün iktidara yakın olmasıyla alakası olmadığını da görüyoruz. Dünya görüşünüz ne olursa olsun, “büyüklerinize” kayıtsız şartsız itaat ediyorsanız bir yerlere gelmeniz için yeterlidir. Ve her ne kadar bu yazıyı kendi takımım özelinde yazsam da “adamcılık” düşüncesinin etkilerini ülkedeki tüm spor kulüplerinde, hatta spor dışı kurumlarda da görmek maalesef mümkün. Dolayısıyla bu adamcılık durumu da particilikten -bağlantılı olsa da- bağımsız bir olgu )

        Peki, bu göreve yeterli donanıma sahip olmadan gelen Hamza Hamzaoğlu başarılı olabilir mi? Olursa da fazla şaşırmayacağım, zira zaten içinde bulunduğumuz lig öyle çok kaliteli ve gerçekten büyük teknik direktörlük maharetlerine ihtiyaç duyulan bir lig değil. Diğer taraftan yabancı teknik direktör varken sahada dolaşan yerli futbolcuların da takımın başına “kendilerinden biri”nin gelmesiyle daha canla başla mücadele edeceklerine eminim, bu da başarılı olmasını sağlayabilir. Ama bu saatten sonra başarı çok da önemli değil. Bu şekilde takımın başına gelen bir adamın yaşatacağı başarıyı Prandelli ile gelecek başarısızlığa her zaman tercih edecek bir insan olarak bundan sonra tuttuğum takımın maçlarını biraz daha soğuk, biraz daha isteksiz olarak; hatta zaman zaman eskiden koşmayı unutup yeni teknik direktörleri ile birden koşmaya başlayan yerli futbolculardan dolayı midem bulanarak takip edeceğim.

        Peki ben Hamza’nın başarısız olmasını ister miyim? Bir yanım Hamza’nın başarısız olup kovulmasına üzülmeyecek olsa bile tuttuğum takımın başarısız olmasını isteyemem, hatta başarılı olsun diye içten içe dilerim, Hamza başarılı oldu diye değil Galatasaray başarılı oldu diye mutlu olurum bir taraftar olarak elbette. Bu da taraftar olmanın bir zaafı işte. Zaten o taraftarlık zaafı da olmasa bu boktan ülkenin boktan futbol düzenini takip etmeyi çoktan bırakırdık ya, hepsini o yüzden çekmek zorunda kalıyoruz.  

17 Eylül 2014 Çarşamba

kendime dair..

        Bazen elimdeki Milli Piyango biletlerinin sonuçlarına çekilişi yapılmış olsa bile bakmıyorum, çekilişten sonra sonuçları  kontrol etmeden o biletleri 3-4 gün daha cüzdanımda taşıyorum. Bu süreçte ara ara "Aslında belki de şu an milyonerimdir ama bundan haberim bile yoktur" diye düşünüyorum ve bundan sapıkça bir mutluluk duyuyorum.

21 Şubat 2014 Cuma

Gözleri Aşka Gülen - Juanito'nun hikayesi

        “Los Alcarson” Fransız bir müzik grubudur. 1960’lı yıllarda çıkardıkları bir İspanyolca albüm kısa sürede dünyada büyük ilgi görürken, özellikle Türkiye’de listelerde birinci sıraya oturur. Bunun üzerine grup üyeleri Türkiye’ye gelip sevenleriyle tanışma ve onlara konser verme kararı alarak Lyon’dan İstanbul’a gelmekte olan “Orient Express”e atlar. Oradan da yine trenle ilk konser verecekleri yer olan Ankara’ya geçeceklerdir. Tesadüf bu ya, trende İstanbul’a gitmekte olan Ermeni asıllı bir Türkiyeliyle tanışırlar. Kendilerini tanıttıktan sonra Türkiye’ye gitme sebeplerinden bahsederler ve konserde bir Türkçe parça okumak istediklerini söyleyerek o dönem Türkiye’deki en popüler şarkıyı sorarlar. Tanıştıkları kişi grup üyelerinin o dönem Türkiye’de oldukça popüler olan Zeki Müren’in “Gözleri Aşka Gülen” şarkısının sözlerini ve melodisini kaleme dökmelerine yardım eder. Grup üyeleri uzun süren yolculuk boyunca bu şarkıya çalıştıktan sonra Sirkeci Garı’na indiklerinde şarkıyı sahnede söylemeye hazırdırlar bile.

        İlk konser aynı günün akşamı Ankara’dadır. Konser verecekleri salonda büyük bir kalabalığın yanı sıra Dario Moreno da vardır. Los Alcarson “Gözleri Aşka Gülen”i söylerken salondan büyük bir ilgi ve alkış görür. Bu yoğun ilgi üzerine Türklere çok ısınan ve Türkiye’yi çok seven solist Juanito grubundan ayrılarak Türkiye’ye yerleşmeye karar verir. Bu fikrini ilk açtığı kişi olan babası ise şu sözlerle destekler oğlunu: “Oğlum sen zaten Tunus’ta doğdun, yani bir yerde Osmanlı’sın. Şu anda da aslında özüne dönüyorsun. Ben bundan mutluluk duyarım."

        Juanito 3 ay gibi kısa bir sürede Türkçe öğrenir, İstanbul’da ve Dario Moreno sayesinde Ege Bölgesi’nde birçok konser verir, özellikle o dönem Fecri Ebcioğlu’nun başını çektiği kişilerle birlikte çalışarak Fransızca’dan çevrilen bir çok şarkıyı kırık Türkçesiyle seslendirir ve herkese sevdirir. Sonrasında ise ses tellerinden geçirdiği bir rahatsızlık üzerine müzik kariyerine nokta koymak zorunda kalır ve tıpkı Türkiye’ye gelişi gibi yine sessiz sedasız bir şekilde ayrılır bu topraklardan.

        Belki farkında olmadan bir şarkısına bir yerlerde çalarken denk gelmişsinizdir, ama eminim bugün bu topraklarda, özellikle genç nüfusun çoğu Juanito’nun bu farklı hikayesinden hatta varlığından dahi haberdar değildir. Bundan dolayı ben de kısa süre önce tesadüfen keşfettiğim,  bugün Paris sokaklarında taksicilik yapmakta olan bu güzel adamı insanlara tanıtmak için uzun zaman sonra bloga yazmaya geri dönerken, onu Türkiye’de ünlü yapan şarkıyı ise “gözleri aşka gülen” sevdiceğime ithaf etmek istedim. İyi dinlemeler :)


5 Haziran 2013 Çarşamba

Ortalık karışık, Twitter'da timeline'ı alakasız yere meşgul etmeyelim, ama seri başlamadan da tarafımız belli olsun: Söz konusu memleketim olunca kimseyi tanımam, yarın başlayacak Banvit - Galatasaray BBL final serisinde doyduğum değil, doğduğum şehrin takımının tarafındayım.

4 Haziran 2013 Salı

isimsiz yazı

        Tam 50 yıl önce bugün, mavi gözlü dev vatanından uzakta,  Sovyet Rusya topraklarında "vatan hainliğine devam ederken hala", geçirdiği kalp kriziyle hayata gözlerini yumar. Yakın dostu Bedri Rahmi Eyüboğlu, ölüm haberini alır almaz dostunu ve büyük bir halk aydınını kaybetmenin acısıyla bir şiir kaleme alır*. Yıllar sonra Zülfü Livaneli tarafından "Yiğidim Aslanım" adıyla bestelenen bu yapıt kah Ankara'nın Ocak ayı soğuğunda Uğur Mumcu'nun, kah bir başka ocak ayında İstanbul'un göbeğinde bir kaldırımda Hrant Dink'in ardından, ülkenin kaybettiği tüm aydınlık ve güzel insanlar için okunan modern bir ağıt halini alır.

        50 yıl sonrasına geldiğimizde ise tablo şöyle:  Ülkenin güzel insanları uzun bir aradan sonra sesini çıkarıyor ve güzel günler için bir şeyler yapmaya çalışıyor. Fakat kaderleri şimdilik yine aynı; görmezden gelinme, vatan hainliğiyle suçlanma, şiddete uğrama, ve - her ne kadar medya görmezden gelmeye ve göstermemeye devam etse de - bu uğurda canından olma.. Okuduğunuzun çok düzgün ve güzel bir yazı olduğunu söyleyemem, güzel bir niyetle başlamıştım ama sonu saatlerdir gelemedi bir türlü , belki içinden geçtiğimiz karışık günlere de böyle karışık bir yazı daha yakışık oldu.. Ama bu vesileyle, tabi ki "umarım bundan sonraki kaderleri(miz) benzemez" dileğiyle, hem 50. ölüm yıldönümünde romantik komünist Nazım'ı, hem son günlerdeki olaylarda kaybettiğimiz, inatla görmezden gelinen "isimsiz ölüler"imizi bir kez daha bu şarkıyla analım, hem de gündeme dair rengimiz belli olsun istedim.. İyi geceler..




*: Bedri Rahmi'nin yazdığı şiirin orijinal adı "Zindanı Taştan Oyarlar". Tamamını ise buradan okuyabilirsiniz.

16 Mayıs 2013 Perşembe

Bir Futbolseverin Özeleştirisi..

      14 Mayıs 2006.. Şüphesiz ki 21 yıllık hayatımda gördüğüm 11 Galatasaray şampiyonluğundan en heyecanlı, en anlamlı ve en unutulmaz olanının tarihi. Maddi sıkıntılarla, yönetim krizleriyle geçen bir "Aslanlar çekler ödenir hakkınız ödenmez" sezonunun ardından, parasını alamamasına rağmen sesini çıkarmayıp sonuna kadar mücadele eden güzel adamların sonunda hak ettiği şampiyonluğu, hem de asra bedel, unutulmaz bir 16 dakika sonunda aldığı şampiyonluğun tarihi. Daha 15 yaşında olmama rağmen, hayatımda ilk ve son defa kalp krizinden gitme ihtimalimi hissettiğim dakikaların yaşandığı gün.

      Takip eden 2 yılda ise futbolla arama biraz mesafe koyduğum söylenebilir. Gerek 14 Mayıs 2006 benzeri bir heyecanı ikinci defa yaşarsam bu sefer kalbimin dayanamamasından korkmak, gerekse yatılı okula gelmem ve maçları izleme fırsatını pek bulamamamdan dolayı 2 yıl kadar futbolu sadece skor olarak takip etmiştim. (zaten benim için her zaman "Futbol = Galatasaray"dı. Galatasaray maçları dışında sadece Dünya Kupası ve Şampiyonlar Ligi Finali, El Clasico gibi büyük maçları izlerim sadece.). Futbolu neden sevdiğimi hatırlatan ve biraz olsun tekrar izlemeye başlamamı sağlayan milli takım ve Euro 2008'de elde ettiği sürreel başarı öyküsü olmuştu. Fakat kesin dönüşümün, yine 21 yıllık hayatımda izlediğim en başarısız Galatasaray sezonu olan 2010-2011 olduğu söylenebilir. Bunun da sebeplerinden biri bizi bunca sene mutlu eden takımımı en kötü gününde yalnız bırakıp vefasızlık yapmak istememek, biri de o sezonki tüm başarısızlıklara rağmen emektar Ali Sami Yen'e veda edecek olmanın hüznü ve yeni stadın heyecanıydı. ( Hayatımda stadyumda izlediğim ilk Galatasaray maçının da Rijkaard'ın kovulduğu 2-4'lük talihsiz Ankaragücü maçı olduğunu buraya not düşelim. Pek hatırlanası bir maç olmamasına rağmen bileti hala çekmecemde durur.) O seneki kötü gidişata rağmen yeni stat hevesiyle 1.5 yıllık kombine almış, yarım sezonluk çektiğimiz kahrın ödülünü ise sonraki 1 sezonda her anına şahit olduğumuz, benim "yeniden doğuş sezonu" olarak adlandırmak istediğim, 2005-2006'dan sonraki en değerli, ama belki ondan daha coşkulu olan 2011-2012 şampiyonluğu ile almıştık. Tabi bu sırada ruh halim de "bizi hep mutlu eden takımımızı zor gününde yalnız bırakmayalım"dan "ulan bunca zaman cefasını çektik, biraz da sefasını sürelim!"e dönmüş, ve onun heyecanıyla kombinemi 1 sene daha uzatmıştım.

      Bu sezon ise üst üste gelen 2. şampiyonluğa rağmen lig maçlarının geçtiğimiz sezon kadar heyecan vermediğini itiraf etmeliyim. Ama tabi ki sahada sarı-kırmızı olduğu sürece en amaçsız maç bile benim tribünde hop oturup hop kalkmamı, ses tellerimi orada bırakmadan çıkmamamı sağlayabiliyor. Kaldı ki, öncelik olarak Avrupa diyen, şu pisliklerle dolu ligi ise sadece Avrupa'ya gitmemizi sağlayan bir araç olarak gören biri olarak Şampiyonlar Ligi maçları ve başarısı da bana istediğim hazzı verdi. Dolayısıyla şu son haftaya kadar her şey harikaydı. Peki son hafta ne oldu?

      Geçtiğimiz hafta oynanan Fenerbahçe maçı sanırım Galatasaray'dan değil ama zaten daha önce soğuduğum Türk Futbolundan iyice tiksinmemi sağladı. Belki şampiyonluğumuzu da garantilemenin verdiği rahatlıkla ilk defa bir Fenerbahçe maçını bu kadar stressiz izleyebilmek, belki de bu maçta iyice ayyuka çıkan olaylar futbolumuzun içine battığı pisliği daha da geniş bir açıdan inceleme fırsatı verdi. Yooo, kesinlikle "Emre şunu dedi, Sabri ona bunu yaptı, Volkan da ona karşılık böyle davrandı" muhabbetlerine girmeyeceğim. Zira aslına bakarsak, hiçbirimizin birbirimizden bir farkı yok ve eğer bugün bu maç yüzünden birinin hayatını kaybetmesinden bahsediyorsak bunda en başta gerginlik=reyting mentalitesi ile hareket eden yayıncı kuruluş ve basın, hatalarını örtbas etmek için taraftarı kışkırtacak demeçler veren yöneticiler ve özellikle 1980'lerden itibaren halkı apolitikleştirmek için futbolu bilinçli olarak sürekli gündemde tutan politik anlayış olmak üzere, bazen bilerek bazen bilmeden bu oyunlara gelen hepimizin kabahati var. Gözleri tuttuğu takımın renkleri dışında renk görmez olmuş, ortada bir can ve ırkçılık gibi dünyadaki en aşağılık suçlardan biri sözkonusu olmasına rağmen olaya hala "Katil Galatasaray taraftarı vs. Irkçı Fenerbahçe taraftarı" diye bakan, en basit tabirle cahil zihniyetin, sırf kendi renklerinden biri yaptığı için ırkçılığı ve cinayeti meşru göstermeye çalışan düşünce yapısının kabahati var, ve bu düşünce yapısı bu olaylardan ders çıkarmak yerine, çareyi hala ortamı germekte, nefret tohumları atmakta görüyor, belki de işine öyle geliyor.

      Bu noktada şahsi olarak da özeleştiri yapmalıyım. Sezon içinde zaman zaman bu tuzaklara benim de düştüğüm mutlaka olabiliyordur. Belki olayların anlık heyecanıyla fazla tarafsız bakamamanın - neticede taraftarız hepimiz -, belki zaman zaman kapıldığımız "biz bu ülkenin okumuş kesimine mensubuz, bu sorunların çözümünü sağlamak en çok da bizim elimizde" kibrinin gözümüzü kör etmesi buna sebebiyet veriyor. Lakin bu son hafta olan olaylar benim sıradan bir taraftar olarak şapkamı önüme koymamı ve kendimi, içinde bulunduğum toplumu, halkı birleştirmesi gereken sporun nasıl da halkımızı ayrıştırmaya başladığını, bunun birilerinin nasıl da işine geldiğini sorgulamamı sağladı. Evet ben futbolu seviyorum, ama insanların yanyana maç izlediği, maçın heyecanıyla kendi futbolcusuna bağırıp çağırdığı ama sonra sakinleşip "abi sonuçta adam elinden geleni yapıyor, ama yeteneği bu kadar işte" dediği, Galatasaray yendikten sonra Fenerbahçeli arkadaşlarıma şaka yollu takılıp biraz kızdırabildiğim, tabi biz yenildiysek onların da bana takılabildiği, diğer taraftan efendi bir şekilde tebrik etmeyi de bildiğimiz, her şeye rağmen bunun bir spor ve eğlence olduğunu unutmadığımız futbolu seviyorum, insanların sırf üzerinde rakip takımın forması var diye birbirine saldırdığı, cinayet işlediği, normal zamanda barış timsali gibi davranan insanların söz konusu rakip futbolcu olunca her tür kötü eylemi, ırkçılığı bile meşru gördüğü futbolu değil.. Kulüplerin başında, nüfuzunu iş hayatındaki ilişkileri için merdiven olarak kullanan, iktidarını kaybetmemek için taraftarı yanlış yönlendirmekte, hatta kışkırtmakta beis görmeyen kulüp yöneticilerini değil, gerçekten sporun ruhunu kavramış, insanlığını kaybetmemiş yöneticileri görmek istiyorum. Futbolu halkı uyutmak ve dünya meselelerini sorgulamayan bir toplum yaratmak için kullanan, ülkenin bir yanında kan gövdeyi götürürken, diğer yanının her şeyden bihaber derbi tartışması yapmasını ellerini ovuşturarak izleyen politikacılar tarafından yönetilmemek istiyorum. Maçlar sırf daha çok decoder satabilmek için insanların ölümüne göz yuman, hatta buna sebebiyet veren bir yayıncı kuruluş tarafından yayınlanmasın; varsın marka değeri(!) daha düşük, ama daha temiz bir ligimiz olsun istiyorum. İnsanlarımız karşısındakinin de kendisi gibi insan olduğunu unutmasın, aralarındaki tek farkın çocukken sarının yanına koydukları kırmızı veya lacivertten ibaret olduğunu unutmasın istiyorum. Söyleyin gerçekten çok mu şey istiyorum?

      Gelecek sene kombinemi yeniler miyim? Şu an gerçekten bilmiyorum, belki son olaylardan sonra canım istemeyecek ve 2006'dan sonra yaptığım gibi bir süre (ama bu sefer daha tatsız bir sebepten ötürü) ara vereceğim, belki ben ara vermesem de maddi imkanlar almama izin vermeyecek. Ama gördüğünüz gibi son günlerde şapkamı önüme koydum ve kendime "Nereye gidiyoruz? Benim taraftar olarak bunda payım ne?" sorularını soruyorum. Umarım iş işten daha da geçmeden ülke olarak da şapkamızı önümüze koymayı başarabiliriz.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

- Çocukken Erdek Amfi Tiyatro'da gittiğimiz konserler, her sene düzenli olarak Haluk Levent'in gelmesi, zaman zaman kaçak girmeyi başarıp atomu parçalamış gibi mutlu olmamız, orada izlediğimiz çocuk filmleri ( tabi ki ilk ve en unutulmazı olarak 5 yaşında gözlerimi dolduran "The Lion King") ve mutlaka tepeden Erdek'i gören muazzam manzarasıyla her konser, film veya oyundan sonra 3 gün hasta yatıran sert rüzgarı..

- Şimdi orayı da yıkıp otopark yaptılar iyi mi!

30 Nisan 2013 Salı

EBY



"Düşünüyorum da aşk sözcüğünü de biraz eksik buluyorum şu senlen ben aramızdaki ilişkiye. Daha büyük, daha sağlam bu bizimki. Aşk onun içinde sadece bir kısım galiba. Ötesinde aşkla birlikte, ama yer yer, zaman zaman onu aşan başka duygular, başka esriklikler, başka baş dönmeleri de var bizde. Seni seviyorum, ve senin için her şeyim. Beni seviyorsun, ve benim için her şeysin. Bir insan için şu kısa hayatta daha önemli ne olabilir ki."



Cemal Süreya Zuhal'ine yazmış, bense okurken seni düşündüm..

24 Nisan 2013 Çarşamba

Bir 23 Nisan Anısı..

        Sene 2002, ilkokul 5. sınıfta okuyan ve gerek başarılı ders notları gerekse büyüklerine saygılı kişiliğiyle öğretmenleri tarafından sevilen bir öğrenciyim. Nisan ayının başları, ilkokul sınıf öğretmenim yanıma geliyor. Bildiğiniz gibi her sene 23 Nisan'da bir kişi devlet yöneticilerinden birinin koltuğuna oturur, Bandırma'da en üst düzey devlet görevlisi kaymakam, ve o sene de kaymakamın koltuğuna oturacak öğrenci bizim okuldan seçilecekmiş. Her sene 5. ve 8. sınıflardan birer kız ve birer erkek olmak üzere toplam 4 kişi seçiliyor ve bu 4 kişi 23 Nisan'da kaymakamın huzuruna çıkıyormuş, kaymakamın seçtiği bir kişi de o gün kaymakamın koltuğuna oturuyormuş. İlkokul öğretmenim 5. sınıflardan da erkek olarak benim seçildiğimi söyledi ve ekledi "Kaymakam küçük çocukları çok seviyor, o yüzden de genellikle 5. sınıf ve erkek olan öğrenciyi seçiyor, ona göre kendini hazırla." Tabi benim nasıl heyecanlı olduğumu tahmin edebiliyorsunuzdur. Henüz 11 yaşındayım ve 23 Nisan'da kaymakam olma ihtimalim var. Aynanın karşısına geçip günlerce hazırlandım, kaymakam bana ne sorular sorabilir, bunlara ne cevap veririm, ben kaymakam koltuğuna oturunca ne yapmalıyım, her ihtimale karşı hazırlanıyorum, çünkü öğretmenimin dediğine göre kaymakam o gün kesinlikle beni seçecek.

        Ve nihayet 23 Nisan günü geldi çattı. Sabah 9'da buluşup okul müdürümüz ve 4 öğrenci kaymakamın huzuruna çıkacağız ama ben erkenden uyanmışım son bir tekrar yapıyorum: "Kaymakamımızın adı İsmail Gürsoy, kaymakam İçişleri Bakanı tarafından atanır, İçişleri Bakanımız Rüştü Kazım Yücelen ..."  Saat 9 oldu ve nihayet okul müdürü ve 4 öğrenci ile kaymakamın huzurundayız, aynı zamanda Bandırma'nın tek yerel kanalı olan MARMARA TV de orada, yani kaymakam koltuğuna oturuşumu bütün Bandırma izleyecek..

        Öncelikle kaymakam tek tek isimlerimizi soruyor, kendimizi tanıtıyoruz; Sonra kendisine bir sorumuz olup olmadığını soruyor ve günlerce hazırlandığım sorulardan birini soruyorum, yanlış hatırlamıyorsam Marmara Denizi ve Bandırma Körfezi'ndeki kirlilikle ilgili bir soru, ama tüm bunlar olurken kalbim nasıl atıyor  anlatamam. Sonunda heyecanla beklediğim an geliyor ve kaymakam o cümleyi kuruyor: "Evet çocuklar, şimdi aranızdan birini seçeceğim ve o bugünkü kaymakamımız olacak, hanginiz olmak istiyor bakalım?" Tabi dördümüzden de ses çıkmıyor, herkes "istemem, yan cebime koy" havalarında. Kaymakam tam aramızdan birini (çok büyük ihtimalle de beni) seçmek üzereyken okul müdürümüz lafa giriyor ve 8. sınıflardaki çocuğa dönüp, "Mehmet*, sen geçmek ister misin?" diyerek bütün hayallerimi yıkıyor. O andan sonrası benim için kocaman bir karanlık.. Kaymakam koltuğuna oturmuş herkese direktifler veren, İlçe Milli Eğitim Müdürü'nü arayıp okulların durumunu soran bir Mehmet ve günlerdir kurduğu hayalleri yıkılmış, Mehmet'in karşısındaki koltukta büzüşüp oturmakta olan ben..

        Akşam heyecandan doğru düzgün hatırlamadığım anları ve hayallerimin yıkılışını MARMARA TV Haber Bülteni'nde izliyorum, fakat olayın üzüntüsünü atlatmışım bile, gülümsüyorum izlerken. Çocukluk neticede, üzüntüler de sevinçler de kısa süreli oluyor, üstelik koltuğuna oturamasam da, o yaşta kaymakamın huzuruna çıkmışım, daha ne olsun ki! Günün bir diğer tesellisi ise kaymakamın hepimize hediye ettiği şık bir dolma kalem oluyor, her baktığımda bana o günü hatırlatan ve yüzümü güldüren siyah bir kalem..


*: Hatırlayamadığım için Mehmet yazdım, ama çocuğun adı başka bir şeydi. Okul müdürümüzün adı da Selahattin Olcay'dı ve kendisini hiç sevmezdim.

22 Mart 2013 Cuma

O Sırada Bir Yerlerde...




      Türk Halk Müziği'nin büyük ustalarından Ruhi Su, bir diğer büyük usta Aşık Veysel'i ziyarete gitmiş, iki usta uzun zamandır görüşemeyen iki eski dost gibi derin ve sıcak bir sohbete dalmışlardır...