19 Mayıs 2020 Salı

03.05.2020

        Yaklaşık 4 aydır evimizde atan 2 değil 3 kalp var. Önce kalp atışlarını gördüğümüz, sonra ufak ufak hareketlerini hissetmeye başladığımız evimizin en küçük ferdi 4-5 ay sonra dünyamıza tamamen girecek. 4-5 ay sonra hayatımızın en uzun soluklu, en zorlu ama aynı zamanda en keyifli görevine başlayacağız. 4-5 ay sonra bugüne kadar sahip olduğumuz tüm sıfat ve tanımlamaları kenara atacak yeni bir ünvanımız olacak. Korkutmuyor mu? Korku muhakkak var, böyle büyük bir sorumluluğun altına -üstelik de isteyerek ve planlı bir şekilde- girerken korkmuyorum diyen yalan söylüyordur. Ama korkunun çok ötesinde ağır basan his, içimdeki adını tam olarak koyamasam da kesinlikle mutlulukla karışık heyecan kısmı ağır basan bir his.

        Sevgili oğlum; sana artık gönül rahatlığıyla oğlum diyorum çünkü 2 hafta önce bir erkek babası olacağımı öğrendim. Sevgili oğlum, daha dünyaya gelmeden beni daha önce hiç hissetmediğim duygu ve heyecanlarla tanıştırdın, eminim dünyaya gelince daha da bambaşka hislerin varlığını öğreteceksin bana. Sen büyürken beni ve anneni de kendinle beraber büyüteceksin. 9 ayın hem ne kadar kısa hem ne kadar uzun bir zaman olduğunu keşfediyoruz seninle bugünlerde, ayların geçmesini ve dünyamıza doğmanı tarifsiz bir heyecanla beklerken. Geldiğin dünya mükemmel bir yer değil, ama emin ol biz orayı senin için mükemmel bir yer haline getirmek adına elimizden geleni yapacağız. Seni tanımayı ve bize açacağın yeni ufukları keşfetmeyi heyecanla bekliyoruz canım oğlum! 

19 Mayıs 2019 Pazar

19 Mayıs üzerine...


        Nazım Hikmet şiir olarak yazalı 60, Fazıl Say besteleyeli yaklaşık 20 sene olmuş ama milli mücadelenin ve Kuvâ-yi Milliye'nin 100. yıldönümünde ahval ve şeraiti anlatan en iyi eser hala bu. Üzerine söylenecek fazla bir şey yok maalesef.



“Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir!
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
Sakarya'da, İnönü'nde, Afyon'dakiler
Dumlupınar'dakiler de elbet
ve de Aydın'da, Antep'te vurulup düşenler,
siz toprak altında ulu köklerimizsiniz
yatarsınız al kanlar içinde.
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
siz toprak altında derin uykudayken
düşmanı çağırdılar,
satıldık, uyanın!
Biz toprak üstünde derin uykulardayız,
kalkıp uyandırın bizi!
uyandırın bizi!
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir! “ 



2 Aralık 2018 Pazar

2018'in verdikleri...


        Son demlerini yaşadığımız 2018'in bana kattığı bazı sıfatlar: EBY'nin eşi, yüksek lisans mezunu, bir şirkette planlama sorumlusu, İzmir Karşıyaka'da ikamet eden, askerliğini yapmış... 

        2 hafta önce ise tüm bu güzel sıfatların yanına yeni ve çok değerli bir tane daha eklendi: "Deniz Bey'in dayısı" 🤗

        Bundan sonrası 2018'in bana verdiği bu güzelliklere (özellikle ilkine ve sonuncusuna) layık olmak için ne yapmam gerekiyorsa... 😊

15 Eylül 2018 Cumartesi

...


"Ne geçmiş tükendi ne de yarınlar, hayat yeniler bizleri
Geçse de yolumuz bozkırlardan, denizlere çıkar sokaklar"

Bir süredir bol miktarda belirsizlik ve plan değişikliği içeren kişisel hayatımızda, son belirsizlikleri de ortadan kaldırmak üzere 21 günlüğüne ortadan kayboluyorum. Askerlik belirsizliğini ortadan kaldırmak üzere yola çıktığım süreç uzun zamandır merak edilen bir başka belirsizliği de çözmemi sağlayacak: Bilecik diye bir şehir gerçekten var mı?

21 günün sonunda ise ortadan kalkan belirsizlikler, yeni bir iş ve hayatımızda yepyeni bir döneme merhaba diyeceğiz. Yolun bundan sonraki kısmı daha güzel olacak, şüphe yok.

"İyi günler değil uzakta."

13 Ağustos 2018 Pazartesi

Zihnimdeki Dizeler - 1

Hayatımızdaki tüm yeni ve güzel başlangıçlara...

        Bundan birkaç sene önce bir bayram tatili zamanı Erdek sahilinde denize karşı biramı yudumlarken aşağıdaki birkaç satırı kaleme almış ve sonrasında da sosyal medya hesabımda güzel bir anlık deniz manzarası fotoğrafı ile paylaşmıştım:


"Bazen bir şiirin bir ya da birkaç dizesi aklıma takılır, birkaç gün kendi kendime onu mırıldanır dururum. Bu aralar ise gerek Sivas katliamının yıldönümü olmasından gerekse yaşadığımız katliam dolu gündemden olsa gerek, Behçet Aysan'ın şu dizeleri aklımda yankılanmakta: "Yok başka bir cehennem, yaşıyoruz işte..." Sonra kafamı kaldırıp karşıya doğru bakıyorum, insanların "burası cennet gibi" yorumları arasında Şeyh Bedreddin'in ünlü sözü aklımda çağrışımlar yapıyor: "Cennet de bu dünyada cehennem de". Herkese iyi bayramlar.🎀💝"


        Son günlerde, (Eylül'le beraber yeni bir iş ve yeni bir döneme başlamamın öncesindeki) durgun geçen son yaz günleri, aklımızın bir köşesinin ve gözümüzün bir ucunun sürekli onda olduğu ekonomik ve siyasi ahvalimiz derken içimdeki yaramaz çocuk beni yeniden blogda bir şeyler yazmak için dürtmeye başladı. Yeniden başlamaya karar vermekle birlikte uzun zaman sonra nereden başlayacağımı bilemeyince de yukarıdaki paylaşımdan ilham alarak zaman zaman aklıma takılan bu şiir veya dizeleri paylaşacağım bir kısım oluşturmaya karar verdim. Bundan sonra ara ara aklıma takılan şiir veya dizeleri bazen birkaç cümlelik ufak bir yorum ile (bu dizelerin aklıma takılmasına sebep olmuş olabilecek kişisel veya toplumsal olay vb.) paylaşacağım; bazense paylaşım sadece dizelerden ibaret olacak, yorumlama ve arkasını doldurma kısmı okuruna kalacak. 

        Buna göre ilk dizeler de beni tanıyorsanız tahmin edebileceğiniz gibi Cemal Süreya'dan gelecek. Önceki gün uzun zaman sonra yeniden elime aldığım "Sevda Sözleri"ni okurken aşağıdaki iki dize aklıma mıhlandı ve o zamandan beri orada duruyor. Siyasi krizlerin ekonomik krizlerle birleşip toplumsal krizleri tetiklediği, rant için doğanın gözyaşına bile bakılmadan katledildiği bir konjonktürde, ülkeden kaçan dostlar ve belki bir gün bizim de istemeye istemeye kaçmak zorunda kalacağımız endişesi bu dizeleri benim için çok etkileyici kıldı. 


"Ülkemin ırmakları dışarı akar
Neden bilmem can havliyle akar"


        Bununla başlayalım, gerisi de yeni ilhamlar ve yeni güzelliklerle gelsin...

2 Aralık 2017 Cumartesi

Yahya Kemal Beyatlı*

"Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik..."


İstanbul’a gidecek olan Yahya Kemal Ekspresi hareket etmek üzeredir. Yolcularımızın yerlerine geçmesi rica olunur.”  Bir dergi aldım ve trene geçtim. Dergide gözüme çarpan ilk şey “2008 Yahya Kemal Yılı” başlıklı haber oldu. Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, büyük şairin ölümünün 50. Yılı münasebetiyle 2008’in Yahya Kemal Yılı olarak kutlanacağını ilan etmişti.

Tren hareket etmişti. Nihayet İstanbul’a dönüyordum. “Ankara’nın en güzel yanı İstanbul’a geri dönüşüdür.” diyen üstadın adı Ankara’dan İstanbul’a giden trene verilmişti. Tren gardan ayrılırken, ben de Yahya Kemal’i düşünmeye başladım.

2 Aralık 1884’te Üsküp Belediye Başkanı İbrahim Naci Bey’in oğlu olarak dünyaya gelen Yahya Kemal’in asıl adı Ahmed Agâh idi. Çocukluğu şiirlerinde de bahsettiği Üsküp’teki Rakofça çiftliğinde geçen şair, ilköğrenimini Mekteb-i Edeb’de tamamladıktan sonra Üsküp İdadisi’ne gitti. Burada okurken aynı zamanda Arapça ve Farsça dersleri alan şairin bu dilleri tam olarak öğrenmesi ise Fransa günlerine rastlar. 1902’de İstanbul’a gelerek Vefa Lisesi’ne giren şair 1903 yılında Jön Türklere katılıp Abdülhamid’e muhalefet ettiği için Fransa’ya kaçmak zorunda kalır. 1904’te Siyasal Bilgiler Yüksek Okulu’na giren ve 1912’de İstanbul’a dönen şair, 1913’ten itibaren Darüşşafaka’da tarih ve edebiyat, Medreset’ül Vaizin’de uygarlık tarihi dersleri vermeye başlamıştır. Bu döneme kadar kendisini Batı kültürüne hayran biri olarak görürken bu dönemden itibaren İstanbul aşığı ve Müslüman yanının ön plana çıktığını görüyoruz.

1918’de çıkardığı “Dergah” adlı dergiyle taklitten öteye geçerek, batılı anlamda bir Türk şiirini kurduğunu görüyoruz. Bu dergide “Gazel” türünü günlük bir dil ve batılı bir tarzla yaratan şair, Türk şiirinde kaybolan üslup kaygısını tekrar ortaya çıkaran isim oldu. Bu dönemde “İleri”, “Tevhid-i Efkar” ve “Hakimiyet-i Milliye” gibi gazetelerde milli mücadele yanlısı yazılar yazan Yahya Kemal, 1922’de Lozan’a giden heyette yer aldı. 1923’te Urfa milletvekili olan şair, 1926’da Varşova, 1929’da Madrid ortaelçiliklerinde bulunduktan sonra, 1935’te Tekirdağ ve 1943-1946 arasında İstanbul milletvekilliği yaptı. 1948’de Pakistan büyükelçiliğine atanan şair, 1949’da emekli olduktan sonra İstanbul’a döndü. Bir süre Akşam ve Cumhuriyet gibi gazetelerde yazılarına devam eden Beyatlı, 1958 yılında hayata veda etti.

Düz yazı ve şiirleriyle o dönem batıyı taklit ile doğuya itaat arasında kalan Türk şiirine özünden kopmadan, eski şiire modern bir ruh katarak yeni bir tarz yaratılabileceğini gösteren Yahya Kemal, bu yönüyle modern Türk şiirinin atası kabul edilir. Çağdaşı olan Ahmet Hamdi Tanpınar, onun için “Türkçe hakiki bir şaire muhtaçtı. Yahya Kemal işte böyle bir zamanda geldi. Ve bu gelişle şiirimizin havası baştan başa değişti.” demiştir.

Fransa’ya gitmeden önce ve Fransa’dayken batı hayranı yönü ön plana çıkan şairin, hayatının dönüm noktası İstanbul’a döndükten sonra Ziya Gökalp ile tanışması olmuştur. Bu dönemden sonra Şavkar Altınel’in deyişiyle “hiçbir zaman adi bir milliyetçiliğe düşmeden, bize belli özellikleri olan bir ulusun üyeleri olduğumuzu hatırlatan” şairin hayatını ve yazılarını etkileyen bir diğer olay da Süleymaniye’deki “O” bayram sabahı olsa gerek… “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiirinde Osmanlı Tarihi ve İslam ögelerini çok iyi işleyen şair, hayatı boyunca bir ayağı Osmanlı, bir ayağı modern Türk şiirinde olarak yaşamıştır.

Sokak diline hakim olan ve bu dile yeni anlamlar yükleyerek yazan üstat, Türk dili için de “Bir sedefin içinde okyanusun bütün uğultusu hissedildiği gibi, Türkçeyi ifade etmeyi der-uhte eden sanatkârın kalbinde de bütün şiirimiz öyle uğuldamalıdır.” yorumunu yapmıştır. Yine Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, hakkında “Hiçbirimiz Türkçeyi onun kadar sevmedik.” dediği şair, aynı zamanda Hayyam rubailerini Türkçeye çeviren ilk yazardır. Rubaileri Türkçeye çevirirken “Hayyam Türk olsaydı bu rubaileri nasıl söylerdi?” diye düşündüğünü Beyatlı, şu rubaisi ile açıklar:

Hayyâm’ı alıp tercüme et derlerse
Öğrenmek içün tâlib isen bir derse
Derdim ki rubâîsini nazmetmelisin
Hayyâm onu Türkî’de nasıl söylerse

Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk tarafından da “İstanbul’un en etkili ve en büyük şairi” olarak nitelenen Yahya Kemal’in şiirlerinden bazıları birçok müzisyen tarafından bestelenmiştir. Bununla birlikte, mükemmeliyetçiliğinden dolayı eserlerini hiçbir zaman kitaplaştırmayan üstadın eserleri, ölümünden sonra Nihad Sami Banarlı başkanlığında kurulan “Yahya Kemal Enstitüsü” tarafından toplanarak 12 kitap halinde yayınlanmıştır.

Yazımın sonuna gelirken, kendisinin hazırcevaplılığını gösteren birkaç anekdotunu da anlatmadan geçemeyeceğim:

Yeni neslin meşhur şair ve ressamı Yahya Kemal’e sorar:
-          Ne dersin üstad? Resim mi yapayım şiir mi yazayım?
-          Resim yap, resim!
-          Fakat siz benim tablolarımı hiç görmediniz ki?
-          Evet, ama şiirlerini gördüm.

***

Yahya Kemal’e yetiştirdiler:
-          Dün gençlerden biri sizin şiirlerinizi okudu!
-          Okusun!
-          Fakat okurken şiirlerinizi mahvetti!
Üstat gayet sakin:
-          Çok iyi etmiş.
-          Sahi mi söylüyorsunuz?
-          Evet, o şiirler beni zaten mahvetmişti, gençler de onları mahvetmek sureti ile benim intikamımı almış oluyorlar.

***

Beyoğlu’nun dik yokuşlarından birini tırmanırken tıkanan üstat, bir bakkalın önündeki sandalyeye oturur. Onu müşteri sanan bakkal “Bir şey mi alacaktınız?” diye sorar. Yahya Kemal:

-Sadece biraz hava alacaktım. 


*: 2008 yılında Yahya Kemal'in 50. ölüm yıldönümü ve Yahya Kemal Yılı olması sebebiyle lise dergimiz MARTI'ya yazdığım yazı. Şairin doğum günü olması dolayısıyla yakın zamanda bilgisayarımda bulduğum bu yazıyı blogumda da saklamak istedim. 

5 Eylül 2017 Salı

Muzaffer İzgü


        Okuduğum ilk kitabı aynı zamanda sahip olduğum ilk imzalı kitaptı, ilkokuluma geldiği bir söyleşiden sonra imzalatmıştım. Bunu sırasıyla ilkokul öğretmenimin bana hediye olarak aldığı, okurken çok güldüğüm ama içindeki öykülerde yer alan ince politik taşlamaları büyüyünce anlayıp daha da sevdiğim "Ortadireği Yıkan Ayı" kitabı, Anneannem serisi ve bana dünyayı bir köy çocuğunun gözünden de görebilmeyi sağlayan Ökkeş serisi takip etti. 
        Değindiği konular, ufkuma kattıkları bir yana, sadece okuma alışkanlığı kazanmama olan katkısıyla bile yeri çok ayrıdır Muzaffer İzgü'nün, hiç dersime girmemesine rağmen öğretmenim diye anabileceğim bir yazar olmayı başarması da bundandır. Son sözlerinde söylediği gibi, onun yetiştirdiği onurlu çocuklardan biri olarak, kendi çocuklarıma da onun kitaplarını okutacağıma hiç şüphem yok. İyi ki yazmış, iyi ki okumuşuz.

28 Mart 2017 Salı

Bekle Bizi İstanbul…




Albümün çıkış yılına bakılırsa 3 yaşındaymışım Edip Akbayram bu şarkıyı ilk söylediği zamanlar. Klibi çıktığında da en fazla 4-5 yaşındayımdır. Daha fazla da olamam zaten. Bandırma ile İstanbul arasını 5 saatte alan balkon sefalı vapurlar yerini hızlı, konforlu ama ruhsuz feribotlara bırakmamıştı henüz. Annem hala anlatır, o yolculuklardan birinde 5 saat boyunca bu şarkıyı söylemişim. Hala anlatır o yaşta bu şarkıyı nereden öğrenip de söylediğime anlam veremeden şaşkınlıkla izlediklerini.

Taşrada doğup büyüyen biri için İstanbul her zaman daha gizemli ve merak uyandırıcı bir güzellikte gözükür. Aynı şehre karşı şu an yaşadığım hisleri düşünürsek zamanla “dışı seni içi beni yakar” ruh haline bürünmüşüm İstanbul’a karşı belli ki. Tabi o zaman sadece o an İstanbul’a gelmekte olduğumuz ve şarkının melodisi hoşuma gittiği için mırıldandığım şarkının anlattıklarını anlamam için belki o anki yaşımın iki katı kadar daha yaşamam gerekti. Hatta sonrasında Vedat Türkali’nin bu şarkıya güfte olan şiirini de öğrendiğimde, özellikle şarkıda geçmeyen şu 3 dize beni en çok etkileyen kısmı olmuştu:

"Ve uzaklardan 

Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde 
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul"


O zamanlar İstanbul’u uzaktan büyülenerek izleyen çocuk gitmiş, İstanbul’da yaşamaya başlayan ama bir yandan kendini bu büyük şehirde çok yalnız hisseden çocuk gelmişti. Ergenliğin verdiği isyankâr ve sola yatan bir gemi misali muhalif ruh hali, Kadıköy sokakları, lisede girilen arkadaş ortamları derken bu şarkının anlattıkları da bambaşka şeyler olmaya başladı.

Bugünse hem hayata hem İstanbul’a karşı düşünceleri, bakışı, duyguları bambaşka bir yetişkin adayıyım sanırım yine. Belki başkaları yetişkin demeyi tercih eder, ama ben 5 yıl sonra bu sefer aynı şeyleri bambaşka şekillerde yorumlayacağımdan, aynı şarkıları dinlemenin farklı hisler uyandıracağından emin olduğumdan “tamam ben yetiştim, yetişkin oldum” demekten imtina ediyorum.

Önceki akşam Youtube’un önerdiği bir şarkıdan önce 5 yaşındaki halime, sonra Kadıköy sokaklarındaki ergenliğime uğrayıp en son 26 yaşında beyaz yakalı halimde son bulan bir yolculuğa çıkıverdim ve aylar sonra bir şeyler yazmak istedim. Böyle güzel sanat eserlerinin bir güzel özelliği de bu değil midir zaten; hissettirdikleri ve düşündürdükleri farklı olsa da her seferinde insanın kalbinde bir yerlere dokunmayı başarması…

O zaman bir kere de çocukluk ve gençlik günlerinin hatırına ve büyük usta Edip Akbayram ve Vedat Türkali’ye ve haramilerin elindeki İstanbul şehrinin hala güzel kalmayı başarabilmiş az sayıdaki yanlarına selam niyetine dinleyelim bu güzel eseri.

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Biz Hayır Diyoruz!


      Normalde sosyal medyadan kitap tavsiyesi verme adetim yoktur ama bu adeti bozmaya değer bir kitap bu.

      “Biz Hayır Diyoruz” Metis tarafından yayınlanan bir Eduardo Galeano yazıları seçkisi. Benimse okuduğum ilk Eduardo Galeano kitabı. Bundan sonra da son olmayacağına eminim. Seçkidekilerin bazıları Eduardo Galeano’nun bütün dünyada yankı uyandıran ve tartışılan yazıları iken, bazı yazılar Güney Amerika ülkeleri ile Türkiye arasındaki benzerlikleri ortaya koymak için editörler tarafından özel olarak belirlenmiş. Kimi yazılarını ise (özellikle 2000’lerden sonra yazılanlar) bizzat Eduardo Galeano Türkiyeli okurlara özel olarak seçmiş.

      Bu yazılarında Galeano kimi zaman kendisiyle yüzleşirken, kimi zaman yazarın görevinin ne olduğunu ve topluma karşı sorumluluğunu sorguluyor: Siyasi baskı sebebiyle düşüncelerini özgürce ifade edemeyen veya hapse gönderilmiş bir yazarın durumunun da bir nevi sürgün olup olmadığı fikrini akıllara düşürüyor, “karın tokluğuna yaşamaya çalışan insanların ülkesinde, kitapların bu kişilerin alım gücünü aşması da sansürün ve ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının bir başka çeşidi değil midir?” sorusunu çarpıyor yüzümüze.

      Bunun dışında bazen Zidane’ın 2006 Dünya Kupası finalindeki sansasyonel hareketi üzerinden futbol-küreselleşme ve ırkçılık ilişkisini, bazense ünlü fotoğrafçı Sebastiao Salgado’nun eserleri üzerinden Üçüncü Dünya ülkelerindeki açlığı ve Batı Dünyası’nın buna karşı olan körlüğü ve iletişimsizliğini, hatta daha da ileri giderek bundaki payını inceliyor.

      Ve tabi ki Güney Amerika yerlileri. Galeano en çok da Avrupalılar tarafından bu topraklardaki kökleri 10000-15000 sene önceki Maya uygarlıklarına dayanan insanlara yapılan planlı zulüm ve onların yıllarca görmezden gelinmesini – ve zaman zaman hala da görmezden gelinmelerini - taşıyor yazılarına. Dünyanın geri kalanına ilkel ve barbar olarak yansıtılan bu insanların aslında 1500’lü yıllarda topraklarını işgal eden Avrupalılardan ne kadar da daha aydın fikirli olduklarını gösteriyor. Katolik düşünce yapısı kendi kültürünü empoze edene kadar eşcinselliğin Amerika topraklarında normal görülüşünü, gelip de kendi kültürlerini anlatan bir Avrupalı’ya “Peki siz krallarınızı neye göre seçiyorsunuz?” diye soran – kadınlar ve erkekler tarafından birlikte seçilmiş – bir kabile reisini ve kabilelerin birbirleriyle savaşa giriştiği bir dönemde bu savaşı bitirene kadar cinsellik grevi yaparak erkekleri barışın yoluna getiren cesur yerli kadınları, anneleri anlatıyor bize. Ve resmi tarihin yazmamasına rağmen toprak reformunu yapan ilk ülkenin Uruguay, köleliği kaldıran ilk ülkenin Haiti olduğunu, fakat şimdi bu Haiti halkının ülkelerinde çıka(rıla)n iç savaş yüzünden nasıl da başka coğrafyalara kaçmak zorunda kaldığını söylüyor bize. Bu noktada ülkesindeki iç savaştan kaçarken Karayip Denizi’nde boğulan Haitililer ile Ege Denizi’nde boğulan Suriyeliler’in kaderleri arasında ilişki kurup ders çıkarmak ve bu benzer senaryonun ortak aktörlerini sorgulamak da biz okurlara düşüyor.

      Bu kitap sayesinde yaşanılan coğrafya değişse de, Güney Amerika’ya da baksak Ortadoğu’ya da baksak “gelişmekte olan” ülkelerin kaderlerinin pek de değişmediğini görüyor; ve tıpkı Galeano gibi biz de “Batı Dünyası”nın bizi razı etmeye çalıştığı korku imparatorluklarına, hala devam eden sömürgeci anlayışa, demokrasi görünümlü diktatörlüklere, paranın ve savaşın özgürlüğüne-övülmesine hayır diyerek bir kere daha insan onuruna, barışa, gerçek demokrasiye ve sanatın ve aşkın gücüne evet diyoruz. Aynı zamanda bu eser sayesinde Eduardo Galeano’nun neden “Dünya’nın vicdanı”* olarak nitelendirildiğini de bir kere daha anlama şansı yakalamak mümkün oluyor.

      Ben gerçekten -ilk defa blogdan bir kitap tavsiye edecek kadar – beğendim ve etkilendim. Sizin de okumanızı tavsiye ediyor ve beğeneceğinizi umuyorum.

      Şimdiden keyifli okumalar. 


*: Eduardo Galeano için "Dünya'nın vicdanı" tanımlaması John Berger'a aittir.

30 Mayıs 2016 Pazartesi

yaratılanların en zalimi*

"ABD'deki bir hayvanat bahçesinde, bulunduğu alana düşen dört yaşındaki çocuğu yakalayan goril, yetkililer tarafından vurularak öldürüldü.Cincinnati kentindeki hayvanat bahçesinde bir çocuk, 180 kiloluk bir gorilin bulunduğu, çitlerle çevrili hendeğe düştü.'Olayın hayati tehlike oluşturduğunu' söyleyen hayvanat bahçesi yetkilileri gorili vurdu.Geçen hafta Şili'de iki aslan, bir adamın kafeslerine girmesi sonrası öldürülmüştü. Adamın intihar girişiminde bulunduğu belirtilmişti.Kazada çocuk, yaklaşık 3 metre yükseklikten gorilin yanına düştü.Amatör bir video görüntüsünde, gorilin çocuğu yakalayıp sığ suda kısa bir süre sürüklediği görülüyor.Goril daha sonra duruyor ve altında bulunan çocuğa bakıyor.Olayda çocuğun yaklaşık 10 dakika gorilin yanında bulunduğu aktarıldı.Bu batı ova gorilinin 17 yaşında olduğu, adının Harambe olduğu bildirildi.Çocuk, olayın ardından hastaneye kaldırıldı.
Image copyright
Sağlık durumuyla ilgili açıklama yapılmamakla birlikte çocuğun iyileştiği düşünülüyor.Cincinnati hayvanat bahçesi müdürü Thane Maynard, "Yetkililer zor bir seçim yaptı. Ama doğru bir seçim yaptılar çünkü çocuğun hayatını kurtardılar. Durum çok kötü olabilirdi" dedi.Maynard, yatıştırıcının böyle bir durum için yeteri kadar hızlı bir etkisi olmayacağını bu yüzden öldürme yoluna gidildiğini söyledi.Hayvanat bahçesi müdürü, 'olay sırasında her ne kadar çocuğun saldırıya uğramasa da açık olarak risk altında olduğunu' söyledi.Maynard, 'bu trajik kazada gorilin ölümü nedeniyle üzgün olduklarını, ortadakinin hayvanat bahçesi ailesi ve dünyadaki goril nüfusu açısından büyük bir kayıp olduğunu' belirtti." 
BBC Türkçe Linki: http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/05/160529_goril_kaza 

        Sanırım insanoğlunun kibri ve kendini doğadaki varlıkların en üstünü olarak görmesi devam ettiği sürece bu tarz olaylara şahit olmaya devam edeceğiz. Bense maalesef oradaki insanın hayatını gorilin hayatından daha önemli ve daha değerli yapan şeyin ne olduğunu anlamakta gerçekten güçlük çekiyorum. O gorili de hayatta tutacak bir çözüm bulmak gerçekten mümkün değil miydi? Üstelik o goril yanında yaklaşık 10 dakika kadar duran çocuğa bir zarar vermemişken ve daha önce de benzer olayların yaşandığı ve bu örneklerde hayvanların çocuklara hiçbir zarar vermediği, hatta korumaya çalıştığı bilinirken...

        Daha da önemli ve tartışılması gereken konu ise hayvanat bahçesi adı verilen, buna hakkımız olup olmadığını dahi düşünmeden hayvanların özgürlüğünü ellerinden aldığımız hapishaneler ve bunların tamamının ne kadar büyük bir zalimliğin eseri olduğu. Tahminim o ki, Avrupa’da 1900’lerin başlarına kadar yer alan ve bugün utançla hatırlanan insanat** bahçeleri gibi, bundan bir süre sonra bu hayvanat bahçeleri de utançla hatırlanan şeylerden olacak.

        Doğadaki diğer varlıklardan özel bir üstünlüğümüz olduğunu düşünmüyorum, ama doğanın en zalimi olduğumuzdan hiç şüphem yok.

*: insan türünü "yaratılanların en üstünü" olarak tanımlayan bir ayetten ilham alarak.
**: "insanat" bahçeleri hakkında detaylı bilgi için: http://onedio.com/haber/sadece-adi-bile-tuyler-urperten-insanat-bahceleri-ve-en-buyuk-magduru-ota-benga-629032